23 Kasım 2006 Perşembe
Gezici Sinema Festivali’nin kalıcı kitapları
Vedat Çetin
Gelenek haline gelen kitap yayımlama çalışması, okurlara sinemaya emek veren sanatçıların kitaplarını kazandırıyor
Ankara Sinema Derneği (ASD) bu yıl 12’ncisini düzenlediği Avrupa Filmleri Gezici Festivali kapsamında, sinema sanatçılarının biyografilerini içeren kitaplar da yayımlıyor. Gezici festivallerde kitap yayınlama çalışması, önceki yıl Hülya Koçyiğit kitabıyla başlatılıyor.
Bu çalışma, geçen yıl Münir Özkul ve Lütfi Akad kitabıyla sürdürülürken bu yıl ise, Kader: Zeki Demirkubuz, Kahkaha ve Hüzün: Sadri Alışık, Adı: Atıf Yılmaz kitapları sinemaseverlerin beğenisine sunuluyor. Gelenek haline gelen kitap yayımlama çalışması, gezici sinema festivali yaşadıkça, sinemaya emek veren sanatçıların kitapları da yayımlanacaktır diye düşünüyorum.
Yayımlanan kitaplar arasında Zeki Demirkubuz ile Hülya Koçyiğit dışında kalan sanatçılar hayatta değiller. Bu çalışmada, şu an hayatta olmayan sanatçıların anılarını yaşatmak, yeni kuşaklara eserlerini ve sanatçı kişiliğini tanıtmakla önemli bir görevi yerine getiriyor ASD. Zira bu kitaplar gelecek kuşaklara bilgi aktarımında bulunmak gibi bir misyon da üstleniyor ve bunu sürdüreceğe de benziyor.
Kitaplarda; sanatçının kimliği, kişiliği, sinema sanatıyla ilgili görüşleri, duruşu, hakkında yazılan yazılar ve kendisiyle yapılan söyleşilerle, sinematografiler yer alıyor. Bir de kitabın sonuna eklenen ilgi çekici fotoğraflarla süsleniyor.
Elimdeki kitaplar arasında, geçen yıl yayımlanan “Aktör Dediğin Nedir ki?: Münir Özkul”, “Adı: Atıf Yılmaz” ve “Kahkaha ve Hüzün: Sadri Alışık” adlı kitaplarını yayına hazırlayan Kurtuluş Özyazıcı, çok çalışkan ve üretken biri. Hazırladığı kitaplar da çok güzel.
Öte yandan, “Kader: Zeki Demirkubuz” kitabını yayına hazırlayan S.Ruken Öztürk ise, hem Zeki Demirkubuz sinemasıyla ilgili yorumunda ve sanatçıyla yaptığı söyleşisinde, hem de derlediği yazılarla yönetmen hakkında dopdolu ve dosdoğru bilgiler edinmemize yardımcı oluyor.
Kitaplar, Dost Kitabevi Yayınları ile Ankara Sinema Derneği işbirliğiyle yayımlanıyor. Kitapların içeriği kadar kapak fotoğrafları da iç açıcı görünüyor. Kitapların hazırlanmasından yayımlanmasına kadarki süreçte emeği geçenlere “ellerinize sağlık” demek için sabırsızlanıyorum.
Kader: Zeki Demirkubuz
Kitabın başlangıcında Demirkubuz’un ‘Masumiyet’ filminin kapanış jeneriğinde yer alan Samuel Beckett’ın o ünlü dizesi bulunuyor: “Hep denedin/ Hep yenildin/ Olsun/ Gene dene/ Gene yenil/ Daha iyi yenil.”
Ve altta J.P. Sartre’nin “Başkaları cehennemdir” sözü Beckett’ın sözlerine eşlik ediyor.
Zeki Demirkubuz, sanat sinemasında özel bir yere sahip. Konuşmayı, tartışmayı, düşünmeyi ve sorgulamayı seven biri. Kendini yetiştirmiş ve insan hakkında düşündüklerini kamerayla kaydedip beyazperdeye aktarmayı başarıyla sürdürüyor. Kamerasıyla insana dair hikayeler anlatıyor. Zeki Demirkubuz’un ‘Kader’ adlı kitabı; hayattaki dertlerini, meselelerini aktarmak için sinemayı seçmiş bir yönetmeni, farklı boyutlarıyla tanımak isteyenlere bir imkan sunuyor.
Kitapta çok ilginç yazılar yer alıyor. Birinci bölümde “Zeki Demirkubuz Üzerine Yazılar” başlığı altında toplanan yazılar şunlar: Fredric Jameson’un “Yeni Türk Sineması Üzerine Kısa Notlar”, Chris Berry’nin, “Zeki Demirkubuz: Karanlığın Işığında”, Olaf Möller’in, “Türk Yönetmeni Sert ve Edebi Ufkuna Yol Gösteren Işık.”
İkinci bölümde, “Zeki Demirkubuz Filmleri” başlığı altındaki yazılardan ilki Demirkubuz’un “C Blok Üzerine Yönetmenin Sözü”, “Sinemanın Masumiyeti” ile “Çıplak Gözle Masum Katiller” yazısı Yıldırım Türker’e ait. ‘Yazgı’ filmine ait iki yazı yer alıyor: “Yazgı’ya Biçimsel bakış-Fırat Yücel” ile “Zeki Demirkubuz’un Yazgı’sı-Aslı Daldal”, “İtiraf: Zeki Demirkubuz’un Sineması-S.Ruken Öztürk”, “Bekleme Odası: Akılda Kalmamayı Reddeden Biri-Fatih Özgüven” ve “Kader: Duygusal Mecburiyet-Fatih Özgüven” yazıları...
Kitabın üçüncü bölümünde, “Zeki Demirkubuz Söyleşileri” başlığı altında yönetmenle yapılan ayrı ayrı on üç söyleşi, kitabın sonunda da yönetmenin filmografisi ve çeşitli fotoğraflardan oluşan “Ek” bölümü yer alıyor. Kitabı okuyup bitirdikten sonra karanlık bir sokakta gezinen Raskolnikov’u ve onu çalışma odasının penceresinden seyreden Dostoyevski’yi hayal ediyorum. Bir de Dostoyevskiyen Demirkubuz’u…
Adı: Atıf Yılmaz
‘Adı’, nitelikli popüler Türk sinemasının en önde geleni deyince akla ilk gelendir. Sinemaseverler arasında Atıf Yılmaz’ı bilmeyen yoktur. Elli yılı aşkın sürede ürettiği eserlere baktığımızda “biraz ironik biraz erotik” ya da “her devrin adamı” diye yakıştırmalarda bulunulan ünlü yönetmeni, Atıf Yılmaz’ı görürüz. Yakın çevresinde “Atıf Usta” olarak bilinen Yılmaz, 9 Aralık 1926 yılında dünyaya gelir. Ortaokul sonlarına kadar Mersin’de yaşar. Babasının memuriyeti dolayısıyla çeşitli şehirleri dolaşır. Liseye İstanbul’da başlar, Mersin’de bitirir. Üniversite eğitimini İstanbul’da sürdürdüğü sırada ressam Nuri İyem’le tanışır. Resim çalışmalarına katılır. Açtıkları bir sergi esnasında sinema çevresiyle arkadaşlıklar kurar. Semih Evin’e asistanlık yapar. “Mezarımı Taştan Oyun” filminde asistanlık ve senaryoculuk görevini üstlenir. Hüseyin Peyda’nın yarım bıraktığı bu filmi tamamlamak için yönetmenlik görevini devralmasını saymazsak, yönetmenliğe 1951’de “Kanlı Feryad” filmiyle başlar. Bugüne kadar üçü TV dizisi 120’ye yakın filmi yönetir.
Agah Özgüç’e göre Atıf Yılmaz, Türk sinemasında bir markadır ve en iyi üç filmi de, “Selvi Boylum Al yazmalım”, “Bir Yudum Sevgi” ile “Adı Vasfiye”dir.
Kitap; “Anılar” ve “Çözümlemeler” diye iki başlık altında inceleniyor. Agah Özgüç, Ahmet Soner, Erdoğan Tokatlı, Erman Şener, Kenan Ormanlar, Leyla Özalp, Metin Deniz, Ömer Kavur, Orhan Oğuz, Yalçın Tura, Yusuf Kurçenli, Halit Refiğ, Tunç Başaran gibi sinemacılardan, eleştirmen Atilla Dorsay’a, eşi Deniz Türkali’den, kızı Kezban Arca Batıbeki’ye kadar yakın çevresinden birçok kişinin yazıları yer alıyor.
Kahkaha ve Hüzün: Sadri Alışık
Türk sinemasının yarattığı karakterler ve çizdiği kompozisyonlarla simgeleşmiş aktörü Sadri Alışık için hazırlanan bu kitap, ünlü sinemacıya bir saygı duruşu niteliğinde. Sinemanın bu büyük emekçisini sadece bir aktör olarak değil, sanatın hemen hemen her alanına düşkün çok yönlü bir yaratıcı olarak değerlendiren çalışma, ünlü aktörün “insan” yanını da tüm sıcaklığıyla işliyor. Tür sinemasının kilometre taşlarından biri olan Sadri Alışık, sinema denen büyünün en özel ve ayrıksı isimlerinden biri olarak milyonlarca izleyicinin aklında ve kalbinde yer etti.
Kitap “Anılar” ve “Çözümlemeler” diye iki başlık altında değerlendiriliyor. Bu kitapta da Agah Özgüç’ün yazısı var. Sanatçı eşi Çolpan İlhan ve oğlu Kerem Alışık’ın yanında Nebil Özgentürk, Filiz Akın, Sevda Ferdağ, Necip Sarıcı, Murat Meriç, Ayla Algan, Yavuz Özkan ve Safa Önal gibi sanatçı dostları anılarını bizlerle paylaşıyorlar. Ayrıca dokuz da çözümleme yazısı yer alıyor.
Kitaptaki yazılar arasında onu en iyi tarif eden Nebil Özgentürk’ün yazısıydı: “Bedeni toprak olsa da, Turist Ömer’den Kaptan Rıdvan’a, Muallim Bey’den Banazlı İsmail’e kadar yüreğimize işlenen pek çok sinema karakteriyle gönüllerde yaşayan bir aktörü anlatalım… Bir inşaat işçisinden iki buçuk liraya alınmış şapkasının altında toplamıştı bütün bir dünyayı… Biraz Şarlo’ydu, biraz Meddah, biraz İsmail Dümbüllü, biraz Anthony Quinn, biraz Muammer Karaca, biraz da Naşit… Yani, bizi güldüren ne kadar insan varsa onun şapkasından çıkardı…” Sadri Alışık şakayla karışık… ‘Ulan biz öldükten sonra anlaşılacağız bu memlekette, öldükten sonra!...’ Usta sanatçı 18 mart 1995 yılında aramızdan ayrıldı.
Anlaşıldı mı bu memlekette gerçekten, anlaşıldı mı?
Zeki Demirkubuz "Kader"i anlatıyor...

Zeki Demirkubuz, "Kader"de 1996 yapımı ikinci filmi "Masumiyet"te tanıştığımız, saplantılı aşkların esiri olmuş Uğur ve Bekir karakterlerinin gençliklerine götürüyor bizi. Uğur'un Zagor'a, Bekir'in Uğur'a duyduğu saplantılı aşkın doğuşuna tanık olduğumuz filmi, hem senaryosu, hem de sinematografisiyle, çok iyi bir yönetmenin olgunluk dönemi yapıtı olarak değerlendirmek mümkün. Film yönetmeni Demirkubuz, Altyazı Aylık Sinema Dergisi'nde ve derginin web sitesinde yayınlanan kapsamlı söyleşisinde, 43. Antalya Altın Portakal Film Festivali'nde 'En İyi Film' seçilen "Kader"i enine boyuna tartışıyor. Bu söyleşinin bir bölümünü ilginize sunuyoruz...
Daha önceki filmlerinizden sonra basından uzak durur, fazla söyleşi vermezdiniz. Kader'den sonra ise pek çok gazetede söyleşileriniz yayınlandı. Basınla ilişkinizdeki bu tavır değişikliğinin nedeni ne?
Aslında bu Masumiyet'ten sonra başlayan bir şeydi. Başlangıçta, ben iyi niyetle, herkesi arkadaşım gibi gördüğüm için ve "hayır" deme konusunda da zorluk çektiğim için gelen röportaj tekliflerini hep kabul ettim. Sonra bu bende, duygusal açıdan bir rahatsızlık yaratmaya başladı. Birçok insanın benim hakkımda bir şeyler biliyor olması rahatsız etti beni. Bir de tabii zaman zaman söylediklerinizin filmin önüne geçmesi gibi bir şeye de yol açıyor söyleşiler. Sadece benim yaşadığım bir şey değil bu, çevremde de bunu sıkça gözlüyorum. Bugünkü medya sistemi de biraz bunu zorluyor aslında: Yapılan şeyden çok insanları ön plana çıkararak, kahramanlar yaratarak ve yapılan işi bu kahramanlara tabi kılarak sunmak gibi bir gelenek oluştu. Bunu fark ettikten sonra, 1997-1998 gibi basınla ilişkilerimde söylediğiniz gibi 'mesafe' gibi görünen bir şey oluştu. Öz olarak da çok değişmedi bu. Tabii ki teklifte bulunmak herkesin hakkı; ama ortaya nasıl bir şey çıkacağını sorgulamak da benim hakkım. Kader için de bunun çok dışına çıktığımı düşünmüyorum, iki gazeteyle ve birkaç dergiyle söyleşi yaptım. Bazen istemesem bile, bazı dergi ve gazetelere bunu bir borç duygusuyla da yapıyorum, tabii ki kendimi kötü hissedecek derecede değil. Beğenelim ya da beğenmeyelim, Radikal gazetesi, sizin derginiz ve böyle birkaç dergi, pek çok şeye rağmen varolmaya çalışan ve bu alanı da en azından benim kriterlerime göre en iyi yansıtan alanlar. Hâlâ bu konulara değer veren ve bu konular için özveride bulunan yayınlar. Zaten bu tür yayınlara karşı hiçbir zaman böyle bir mesafe koymadım; teknik olarak "söyleşiyi bugün değil film çıktıktan sonra yapalım" gibi isteklerim olmuş olabilir. Daha çok beni medyatik kılabilecek, filmin önüne geçecek şekilde sunma tehlikesi olan mecralara karşı bir konumlanışım vardı. Ama üç-dört senede bir, uygun bulduğum zamanlarda bunun da dışına çıktığım oluyor. Onun kriterini ben de bilmiyorum tam olarak...
Önceki filminiz Bekleme Odası'nda 'nedensizlik' fikrinin/hissinin büyük ağırlığı vardı. Biraz Yazgı'da başlayan bir temanın devamı gibiydi bu. Kader'de de benzer bir nedensizlik hissini sürdürmeye çalıştınız mı?
Tabii ki. En basit şekilde, "bu çocuk niye böyle, neden bu kadar ısrar ediyor, niye bu kadar kasıyor" gibi bir soru var ortada. Tamam aşık ama, ortada da düşen, mahvolan bir hayat var ve bu göz göre göre, çocuğun bilinci dahilinde oluyor. Neden o kız da başka birisi değil, neden karısı değil mesela? Neden aşkı o şekilde yaşama arzusu taşıyor? Bu, hikâyeyi yazarken ve filmi yaparken dikkat ettiğim bir şey: Neden kadar nedensizliğin de insanoğlunun önemi bir yanı olduğu duygusu. Aslında bu bütün filmlerde vardır, ama birçok yazar ve yönetmen bunu sorun etmez. Hatta yazarken ya da yönetirken, nedensizlikle ilgili bir şey bile olsa metinde, kendisine tanrısal bir şekilde nedenleri açıklayabilecek, yanıtları verebilecek bir güç atfeder. Ama filme baktığınızda, yönetmenin verdiği yanıtların aksine pek çok nedensizlik bulabilirsiniz. Çünkü insanın doğası böyle bir şey. Nietszche'nin bir sözü var: "İnsanın aklî bir varlık olduğu kadar, akıldışı bir varlık olduğunu da kabul etmenin zaman geldi" diye. Bu çok doğru bir söz. Ne kadar akıllı olursak olalım, ne kadar bilimsel bakarsak bakalım, bulduğumuz cevapların, bulduğumuz nedenlerin bizi daha büyük nedensizliklerin, daha büyük soruların eşiğine getirdiğini görüyoruz. Bu, çok da bana ait bir şey değil. Ama ben bunu filmimi yazarken ve yaparken, özellikle bazı durumları oluştururken sorun ediyorum, hep aklımın bir köşesinde tutuyorum. Özellikle de filmin ismini koyarken ya da final sahnelerine karar verirken buna dikkat ediyorum. Hep bir finalsizlikle, bir yere gitmeme hissiyle bırakmaya çalışıyorum hikâyeyi. Ama ideolojik bir şekilde, "hayatta böyle bir şey var, benim filmimde de bunu göreceksiniz" şeklinde yapmıyorum bunu.
Kader, Yazgı'dan farklı olarak cevapların çok fazla peşinde olan bir film gibi değil. Daha çok öyküye, o karakterin gerçekliğine adanmış bir film gibi...
Aslında Yazgı'da da öyle, ama final sahnesi insanların kafalarını karıştırıyor. Orada söylenen sözlerin baskın olmasının ötesinde, didaktik olmak adına, bir takım cevapları vermek adına yapılmış bir şey yoktur. O konuşma hiçbir yere gitmeyen bir tartışmadır, o uzun konuşmanın arkasından bir ana fikir bile çıkmaz. Ama sözlerin söyleniş biçimi ve oluşturduğu duygular yüzünden o sahne çok öne çıktı. Ben o sahnede biraz da entelektüel izleyiciye, düşünen izleyiciye imtihan çekmek istedim. Biraz dikkatsiz izlediğinizde, büyük, didaktik laflar edildiğini ve her şeyin açıklandığını sanabilirsiniz. Aslında o bir tuzak gibi bir şeydi. Tamam, sözler belirli bir mantıkla ve tavırla söylenir, hayatta bir taraf tutma bile vardır. Özellikle savcı, daha müslüman, gelenekçi, iyi bir insandır. Ama özellikle çocuğun söyledikleri hiçbir yere gitmez, sadece ideolojik olan her şeyi, yani bütün cevapları kırmaya yönelik bir takım saldırılardan başka bir şey değildir. Ama Kader'in tamamen öyküye adanmış, öyküye bağlı kalınmış bir yanı var. Zaten birinin ismini Yazgı, diğerinin Kader koyma nedenim de bu. 'Yazgı' daha modern, daha entelektüel bir kavramdır aslında. "İnsanlığın yazgısı" gibi cümleler, daha çok Dostoyevski'nin romanlarında dikkatimi çekerdi,. 'Kader' ise daha doğuludur, o hikâyenin geçtiği durumu çağrıştıran bir yanı vardır kaderin, daha genel bir durumun içinde anlam bulur. "Benim yazgım bu" demeyiz, "insanlığın yazgısı", "alınyazısı" deriz; ama kaderi daha genel bir şekilde kullanırız.
Filmde saplantılı aşkın kendisi her şeyi açıklayan bir nedene dönüşüyor gibi aslında. Filmin Bekir'in Uğur'a vurulduğu sahneyle açılması da bu açıdan anlamlı. Her şeyin başlangıcı o an gibi...
Her şeyin nedeni olarak aşk var ama aşk ne işte? Belki Uğur o ilk sahnede yellenmese, o aşk gerçekleşmeyecek. Cinsellik de o sahnede çok ön planda. Fark ettiniz mi bilmiyorum ama o sahnede Uğur'u arkasından görüyoruz ve Bekir baştan aşağı süzüyor onu, kalçalarına bakıyor, tenine bakıyor...
Kader, diğer filmlerinize göre daha düz bir çizgide ilerleyen bir film: Bekir Uğur'la tanışıyor, aşık oluyor ve bir süre sonra hangi şehirde olduğunu unutuyor. Biraz yol filmi gibi... Dolayısıyla nerede biteceği daha da önem kazanıyor. Filmin finaline nasıl karar verdiniz?
Yol filmidir aslında, ama bunu o kadar da ön plana çıkartmaz... Ben hep söylediğim gibi, yaptıklarını tematik olarak bir aşamaya kadar düşünen, şunu yapmayacağım bunu yapacağım diyen biri olmama karşın çok da bilinçli ve tanrısal edayla film yapan biri değilim. En az bunlar kadar, hatta bundan daha fazla sezgilerime de, ters düşünmelere de, tesadüflere de önem veren, onlara da epey pay bırakan biriyim. Final sahnesine nasıl karar verdiğimi de çok belirgin bir şekilde hatırlamıyorum. Hatta filmin süresini, şunu bunu hiç hesap etmeden yazarım yazarım yazarım. Bu, Kader'de hem ekonomik hem teknik sorun yarattı bana, çünkü 160 sayfa yazdım senaryoyu, ama yazdığım anda da bu böyle üç saatlik bir aşk destanı olabilir diyerek gardımı da aldım. Ama bunu yapabilmek, bir filmi üç saat hakkıyla izletebilmek de kolay bir şey değil. Yine de şunu söyleyebilirim: Üçüncü Sayfa dışında, aşağı yukarı tüm filmlerimdeki final duygusunun Kader'deki finali belirlememde bana yardımcı olduğunu söyleyebilirim. Örneğin Yazgı'da çocuk hapishaneden çıkar ve çok muğlaktır her şey, bundan sonra ne olacak sorusunun ipuçları verilmeden biter film. İtiraf da öyledir, diğerleri de... Bu biraz finalsiz filmler yapma özeniyle de ilgili. Çünkü hayat finali olan bir şey değil ve ben film yapmama karşın hayat duygusunu hiçbir zaman bir kenara atan birisi değilim... Ama Kader'le ilgili şunu hatırlıyorum: O uzun konuşmanın ardından, bırakalım daha sonrasını, ertesi gün ne olacak sorusunun beni heyecanlandırdığını ve bu film burada biter dediğimi hatırlıyorum. Daha çok bir duygu, bir sezgi bu...
Sizin çekim anlayışı olarak senaryoya sıkı bir şekilde bağlı olduğunuzu düşünerek, Kader'in senaryosunu yazarken filmin Masumiyet'le nasıl bir ilişkisi olmasını amaçladınız? Oyuncularınızın bu filme hazırlanırken Masumiyet'le nasıl bir ilişki kurmalarını istediniz?
İki film arasında başından beri bir bağ vardı, çünkü Masumiyet'teki monolog itibarıyla Kader'in hikâyesi çok daha önce yaşanmıştı. 1996'da hasta olup o özel dönemimde Yusuf karakterini yaratmamış olsaydım belki de Kader daha önce çekilecekti. Ama o zamandan itibaren bir gün o monologdaki hikâyeyi filme çekeceğimi biliyordum. Dolayısıyla iki film arasında baya büyük bir bağ var, zaten karakterlerin isimleri, vs. de aynı. Ama şunu da yapmaya çalıştım: Masumiyet'i izlememiş birisi için de aşk duygusunu büyük bir şekilde, en az Masumiyet'teki kadar yüksek bir şekilde anlatan ve hissettiren bir film yapmaya çalıştım. Hatta dediğim gibi büyük bir aşk destanı olmasını düşünüyordum filmin, ama filmi oraya çekecek sahnelerin hikâyeye zarar verdiğini görünce vazgeçtim bundan. Özellikle de Cevat'la Uğur'un annesinin ilişkisine dair sahnelerin çoğunu çıkardım. O, ayrı bir film olacak kadar güçlü bir hikâyeydi. Onların ilişkisinde de mesela, genç bir sevgili, çok iyi birisi, orada hasta yatan kocasına bakıyor; ama gece de karısını düzüyor. Hayat biraz da böyledir, orada kimse kötü de değil, ama hayat kötü... Başta bu bana iyi gelmişti, ama sonra diğer hikâyeyi zedeleyen, ayrı bir hikâye gibi geldi, seyircinin neyi izleyeceğine şaşırmasına neden oluyordu sanki. Oyuncuları yönetme konusuna gelince... Özellikle Masumiyet'le ilişkili yönlendirmeler yapmadım, bunlar zaten bana soyut gelen şeyler. Budala bir yönetmen, Ufuk'u ve Vildan'ı alıp saatlerce bu konu üzerine ahkâm kesebilir: "İşte bak bu onun geçmişi, şöyle oynanacak, böyle oynanacak..." Bunlar hep soyut ve havada kalan şeylerdir. Ben oyuncu yönetirken, oyuncularla filmin anlamlarıyla ilgili soyutlamalar yapmam. Biliyorum, pek çok yönetmen, oyuncularıyla günlece vakit geçirir, ama çoğu zaman sete bunun karşılığı yansımaz. Hatta gereksiz bir angajmana bile sebep olur. Ben set konusunda son derece somut biriyimdir. Hatta oyuncum hiçbir şey bilmesin, filmin hikâyesini, konusunu bile bilmesin, dediklerimi yapsın yeter. Çünkü oyuncu filmin anlamını oluşturmakla sorumlu değildir, onu buna ortak ederseniz başınıza bela alırsınız. Ben beş sene-on sene bu meselelere, bu hikâyeye kafamı yorup bir senaryo yazmışım; bir oyuncunun çekimlerden iki ay önce o senaryoyu eline alıp filmin her şeyine hakim olması mümkün değildir. Bence bir oyuncu filmin kişilik olarak ona ne katacağıyla ilgilidir, bu da çok insani bir şeydir. Kalkıp filmin anlamlarını oyuncunun sırtına yüklemek budalalıktır ki bundan bir şey de çıkmaz. Ben de böyle şeylere girmem hiç. Filmde oyunculuk açısından Masumiyet'le olan benzerlikler de benim tasarrufum dahilinde olan şeyler. Ufuk'un ve Vildan'ın istediğim her şeyi yapabilecek güçte insanlar olduğunu görünce, hatları karıştırmayacaklarına inanınca kimi sahnelerde bu tür benzerlikler yarattım. Pavyon sahnesinde mesela, Ufuk'a "Haluk Bilginer'in sarhoş olup odada bağırıp çağırdığı sahnedeki duyguyu çıkartsan yeter," dedim. Ufuk da hem o sahneyi çok sevdiği için, hem de cin gibi birisi olduğu için o performansı gösterdi ve en az o sahne kadar iyi ve güçlü bir sahne oldu. Vildan'dan da, Sinop'ta Ufuk'a bağırıp çağırdığı sahnede Derya Alabora'yı göz önüne almasını istedim ve becerdi bunu. Ama yapamayabilirdi, beceremeyebilirdi de... Bir filmin üst anlamlarını yönetmen kendine saklamalı, sette filme çok basit, teknik bir şey gibi bakmalı. Zaten öyledir. Bir film düşünülürken ve yazılırken anlamlarıyla düşünülür, sonra bu anlamlar terk edilir. Hele filmi çekerken anlama dair böyle şeyler konuşmak bana zayıflık gibi gelir. Ben ekibiyle, oyuncularıyla filmin anlamlarını konuşan bir yönetmene asla saygı duymam, aksine alay ederim onunla. Montaj bitip film ortaya çıktığında, zaten senaryo aşamasında iyi düşünmüşsen bunları, kendiliğinden geri gelir o anlamlar. Beni en çok heyecanlandıran şey de, başta kurulan, setteki teknik ve mide bulandırıcı süreçte unutulan bu anlamların, seyirciyle beraber geri geldiğini görmektir. Bir de ben utanırım gerçekten bir oyuncumla "şimdi burada adam şöyle bir duygu içinde..." diye konuşmaya, küçümserim böyle şeyleri. Zaten yönetmen olsun, oyuncu olsun, bu kimliklerini bir kenara bıraktığında, bu angajmanlardan kurtulduğunda inanılmaz şeyler yapmak mümkün gerçekten. Belirsizlikten korkmuyorsan ve kafanı karıştırmıyorsa bu, her şey üretilebilir bence.
17 Kasım 2006 Cuma
Masumiyete dair…
![]() |
17/11/2006 Masumiyete dair… Altın Portakal’da “En İyi Film” ödülünü alan Zeki Demirkubuz’un “Kader” adlı filmi bu hafta vizyona giriyor. Sinema eleştirmenleri tarafından Zeki Demirkubuz’un başyapıtı olarak tanımlanan “Kader” bu hafta gösterime giriyor. Yönetmen ‘Kader’de 1997 yapımı “Masumiyet” filminin unutulmaz karakterleri olan Bekir ve Uğur’un 25 yıl önceki durumlarını, tanışmalarını, aşık olmalarını konu alarak hikayenin en başına dönüyor. Kader’de Bekir’in Uğur’a ilk görüşte aşık olmasına, rahat bir hayatı kenara bırakarak Uğur’un peşinden Türkiye’nin dört bir yanına sürüklenişine tanık olacağız. Aşkın bir kader mi yoksa bilinçli bir tercih mi olduğu ikilemini sorgulayan Kader, 2006 Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde “en iyi film” ödülünü kazanmıştı. Ufuk Bayraktar, Vildan Atasever, Engin Akyürek, Müge Ulusoy, Ozan Bilen ve Erkan Can’ın başrollerini paylaştığı filmin çekimleri İzmit, İzmir, Sinop ve Kars’ta yapıldı. 103 dakikalık filmin müzikleri ise Edward Artemiev imzası taşıyor. Filmin konusu ise şöyle; Bekir, taşra pavyonlarında, üçüncü sınıf otel odalarında, esrar alemlerinde Uğur’un izini sürer. Vurulur geri dönmez. Kovulur gitmez. Aşağılanır, gururu kırılır aldırmaz. Uğur şehir şehir, hapishane hapishane Zagor’un ardından sürüklenmekte, Bekir de sadık, inatçı bir köpek gibi Uğur’un peşinde gitmektedir. Bir çift göz, edalı bir yüz uğruna her şey tükenip yok olurken, aşk avuçlara basılan sigaraların ateşiyle, acı ile, yoksulluk, gözyaşları ve kötülük ile büyür. Yuvalar yıkılır, çocuklar öksüz kalır ama masumiyet hiç yitirilmez.” |
14 Kasım 2006 Salı
Zeki Demirkubuz’un kaderi değişiyor mu?
Zeki Demirkubuz, Türk Sineması’nın en değerli ve en kendine has yönetmenlerinden.
Kendisi gerçekçi, yapmacıksız anlatımıyla gerek yurtiçi gerekse de yurtdışında sıkı bir hayran kitlesi edindi, katıldığı pek çok festivalden ödüllerle döndü.
Diğer yandaysa onun filmleri bugüne dek sinemalarda kalabalık izleyici kitleleriyle buluşmadı.
Sınırlı sayıda salonlarda gösterime giren ve sessizce vizyondan çekilen Masumiyet, Üçüncü Sayfa, İtiraf, Yazgı, Bekleme Odası daha sonra DVD setleri halinde arşivlerdeki yerlerini aldılar neyse ki.
Ünlü yönetmenin filmlerinin sinemalarda gösterim konusundaki kaderi bu yıl Altın Portakal’da En İyi Film Ödülü’nü alan Kader’le birlikte değişeceğe benziyor.
Filmin gösterildiği festivallerde çok beğenilmesi ve arkasına kuvvetli bir rüzgar alması dağıtımcı firmanın salon sayısını artırmak istemesiyle sonuçlandı.
Daha önceki filmleri sadece en fazla 5-6 kopyayla izleyici karşısına çıkan Zeki Demirkubuz’un Kader’i bu cuma 40 kopyayla birden gösterime girecek.
Kader, Zeki Demirkubuz sinemasıyla tanışmak ve delicesine, tutkulu, kural tanımaz bir aşk hikáyesi görmek isteyenlerin kaçırmaması gereken bir film.
Filmi izlerken ünlü yönetmenimizin Firuzağa Camii’nde garsonluk yaptığı sırada keşfedip, Bekleme Odası'nda kamera karşısına geçirdikten sonra Kader'de başrolü verdiği Ufuk Bayraktar’ın performansına da dikkat edin derim.
Oyunculuk eğitimini olmadan olmaz diyenler, hiç oyunculuk eğitimi almadığı halde müthiş bir performans sergileyen bu yetenekli genci izleyince bakalım fikirlerini değiştirecekler mi?
23 Eylül 2006 Cumartesi
Demirkubuz’un ‘Kader’inde ‘Altın Portakal’ varmış!
![]() |
|
ANTALYA - Festival kapanış töreninin, yağmur beklentisiyle Aspendos Antik Tiyatrosu'ndan 2 bin 400 kişilik Cam Piramit Kongre ve Fuar Merkezi'ne alınması görevlileri zor durumda bıraktı. Davetiyeleri olduğu halde, içeride yer olmadığı için tören mekanına giremeyen Antalyalılar organizasyonu protesto etti.
30 Nisan 2006 Pazar
Che ya da Feyyaz...
![]() |
1986-87 Beşiktaş: Ayaktakiler Samet, Jurkoviç, Gökhan, Kadir, Ali, Metin, Ulvi, oturanlar Rıza, Ziya, Feyyaz ve Fikret. (Resim, Web Kartallarının sitesinden alındı) |
ZEKİ DEMİRKUBUZ
Yıllar önceydi. Bir akşam uzun zamandır görmediğim annemleri ziyarete gittim. Gece, o zaman 12 yaşlarında filan olan kardeşimin odasını paylaştık. Yerimi yadırgadığım için sabah ezanında uyanmışım. Evdekileri uyandırmamak için kalkamadım tabii ve yatağımda, sessizlik içinde beklemeye başladım... Sıkıntıdan yıllar önce benim, artık kardeşimin olan odamızı incelemeye, burada geçmiş yıllarımı, gençliğimi, anılarımı düşünmeye başladım. Benden sonra pek bir şey değişmemişti. Köşede eski bir büfe, üstünde yattığımız karşılıklı iki çekyat, yerde çocukluğumdan beri kullandığımız Isparta halısı ve boyaları dökülmüş duvarda bir benim, bir de Che'nin gençlik fotoğrafları... Tek değişiklik, ikisinin ortasına özenle asılmış büyükçe bir posterden yarısı ayakta, yarısı oturarak bana bakan, üstlerinde siyah beyaz çubuklu formalarıyla Beşiktaşlı futbolculardı... Ben de Beşiktaşlı sayılırdım ama o zamanlar futbolla da, futbolcularla da pek aram yoktu. İçlerinden bir tek arada bir üniversitede gördüğüm Metin Tekin'i tanıdım. Tam posteri incelemeye başlamış, futbolculara, formalarına filan dalmıştım ki bir anda içim ürpererek tam karşımda yatan kardeşimi fark ettim. Bana doğru yan yatmış ve gözleri açıktı. Ne bir kıpırtı, ne de bir hayat belirtisi olmadan öylece bana, aslında beni de aşıp ötelere bakıyordu. Nasıl korktuğumu anlatamam... Uzun süre hareket edemeden, bir tek kelime söyleyemeden, aklıma gelen binbir kötü düşünceyle bekledim. Ve sonunda kendimi toparlayıp usulca "Cemil" diyebildim. Cemil bir ölünün canlanışı gibi yavaşca kıpırdadı ve daldığı yerden sıyrılıp sessizlikte fısıldadı."Efendim abi". Rahatladım. "Napıyorsun sen, uyumuyor musun...?" "Yok abi".
"Oğlum n'oldu, korkutma beni, sabahın bu vaktinde ne düşünüyorsun?" Cemil biraz bekledi ve seslendi. "Abi, Feyyaz na'pıyodur şimdi?.."
Che kıskanırdı
Cemil'in ne kadar kendine dönük, ne kadar saf bir çocuk olduğunu biliyordum, ama duyduğuma yine de inanamadım. Uzun süre cevap veremeden öylece yüzüne baktım. Sonra başımı kaldırıp duvardaki postere... Önce bu Feyyaz'ın, bu siyah beyaz çubuklu formalının içlerinde hangisi olduğunu bulmaya, sonrada bir futbolcu parçasının beni, belki Che'yi bile kıskandıracak biçimde bir çocuğun kalbine, düşlerine, hayallerine böylesine nasıl girebildiğini anlamaya çalıştım... Ama bunu anlamak zordu. Hele benim gibi kendini beğenmiş bir solcunun anlaması daha da zordu. Çünki bunu anlamak için maç sabahları erkenden ve kalbin ağrıyarak uyanmak gerekiyordu. Sıkıntı içinde, sinirle maç saatini beklemek, çubuklu olmasa bile siyah ya da beyaz bir forma giyip kar demeden, çamur demeden yollara düşmek gerekiyordu. Bunu anlamak için Dolmabahçe'ye yakınlaşıp tezahüratları duyduğunda panik olmak, geç kaldım endişesi ile adımları sıklaştırmak gerekiyordu. Bunu anlamak için yağmurda bilet kuyruğu beklemek, en acısı yemeden içmeden bütün hafta biriktirdiğin harçlıklarınla açıktan da olsa bir bilet alıp İnönü'de, mümkünse Kadıköy'de ya da başka bir yer, mesela İzmir'de, bir FB maçında Beşiktaşlı bir taraftar olmak gerekiyordu...
Neyse. Cemil şimdi 30'unun üstünde. İşsiz. Onun bu Feyyaz sevgisi yetmezmiş gibi üstüne bir de Sergen Yalçın, Tümer Metin, İlhan Mansız ve Pascal Nouma sevgisi de eklenince kaldıramadı çocuk. Kendisi de çok çekti, bize de çok çektirdi. Beşiktaş'ta oynayabilmek için çok ter döktü, çok çalıştı, stad kapılarında ömrünü yedi. Ama bu a...na koyduğumun hayatı Fener'e bir gol atma fırsatı vermedi çocuğa. Olsun, hiç önemli değil. İyi, dürüst ve namuslu bir adam oldu Cemil. Hiç yoldan çıkmadı. Bendeniz abisi, arkadaşları ve ailesi onu seviyor. Ama bu aralar sabahları pek erken kalkmıyormuş. Duyduğuma göre 4 Mayıs sabahını bekliyormuş...
Madem bu hikâyeyi anlattım şunu da eklemeden geçemiyeceğim. Biz, Cemil büyüdükten sonra birbirimize ilk kez İnönü'de, kapalıda, bir FB maçında Carew gol attığında uzun uzun sarıldık. Ve ikimiz de neredeyse ağlayacaktık.
Büyük Beşiktaşımızın sevgili futbolcularına...