23 Kasım 2006 Perşembe

Zeki Demirkubuz "Kader"i anlatıyor...

Zeki Demirkubuz "Kader"i anlatıyor...
Nadir Öperli 23 Kasım 2006, Perşembe 10:54
Kader, galasının yapıldığı 43. Altın Portakal Film Festivali'nde çok beğenilmiş ve 'En İyi Film' ödülü almıştı. Masumiyet'teki karakterlerin gençliklerinde geçen bir hikâyeyi konu alan film, 17 Kasım'da vizyona girdi. Filmin yönetmeni Zeki Demirkubuz'la yapılmış, Altyazı sinema dergisinin Kasım sayısında yayınlanan söyleşinin bir bölümünü ilginize sunuyoruz...

Zeki Demirkubuz, "Kader"de 1996 yapımı ikinci filmi "Masumiyet"te tanıştığımız, saplantılı aşkların esiri olmuş Uğur ve Bekir karakterlerinin gençliklerine götürüyor bizi. Uğur'un Zagor'a, Bekir'in Uğur'a duyduğu saplantılı aşkın doğuşuna tanık olduğumuz filmi, hem senaryosu, hem de sinematografisiyle, çok iyi bir yönetmenin olgunluk dönemi yapıtı olarak değerlendirmek mümkün. Film yönetmeni Demirkubuz, Altyazı Aylık Sinema Dergisi'nde ve derginin web sitesinde yayınlanan kapsamlı söyleşisinde, 43. Antalya Altın Portakal Film Festivali'nde 'En İyi Film' seçilen "Kader"i enine boyuna tartışıyor. Bu söyleşinin bir bölümünü ilginize sunuyoruz...

Daha önceki filmlerinizden sonra basından uzak durur, fazla söyleşi vermezdiniz. Kader'den sonra ise pek çok gazetede söyleşileriniz yayınlandı. Basınla ilişkinizdeki bu tavır değişikliğinin nedeni ne?

Aslında bu Masumiyet'ten sonra başlayan bir şeydi. Başlangıçta, ben iyi niyetle, herkesi arkadaşım gibi gördüğüm için ve "hayır" deme konusunda da zorluk çektiğim için gelen röportaj tekliflerini hep kabul ettim. Sonra bu bende, duygusal açıdan bir rahatsızlık yaratmaya başladı. Birçok insanın benim hakkımda bir şeyler biliyor olması rahatsız etti beni. Bir de tabii zaman zaman söylediklerinizin filmin önüne geçmesi gibi bir şeye de yol açıyor söyleşiler. Sadece benim yaşadığım bir şey değil bu, çevremde de bunu sıkça gözlüyorum. Bugünkü medya sistemi de biraz bunu zorluyor aslında: Yapılan şeyden çok insanları ön plana çıkararak, kahramanlar yaratarak ve yapılan işi bu kahramanlara tabi kılarak sunmak gibi bir gelenek oluştu. Bunu fark ettikten sonra, 1997-1998 gibi basınla ilişkilerimde söylediğiniz gibi 'mesafe' gibi görünen bir şey oluştu. Öz olarak da çok değişmedi bu. Tabii ki teklifte bulunmak herkesin hakkı; ama ortaya nasıl bir şey çıkacağını sorgulamak da benim hakkım. Kader için de bunun çok dışına çıktığımı düşünmüyorum, iki gazeteyle ve birkaç dergiyle söyleşi yaptım. Bazen istemesem bile, bazı dergi ve gazetelere bunu bir borç duygusuyla da yapıyorum, tabii ki kendimi kötü hissedecek derecede değil. Beğenelim ya da beğenmeyelim, Radikal gazetesi, sizin derginiz ve böyle birkaç dergi, pek çok şeye rağmen varolmaya çalışan ve bu alanı da en azından benim kriterlerime göre en iyi yansıtan alanlar. Hâlâ bu konulara değer veren ve bu konular için özveride bulunan yayınlar. Zaten bu tür yayınlara karşı hiçbir zaman böyle bir mesafe koymadım; teknik olarak "söyleşiyi bugün değil film çıktıktan sonra yapalım" gibi isteklerim olmuş olabilir. Daha çok beni medyatik kılabilecek, filmin önüne geçecek şekilde sunma tehlikesi olan mecralara karşı bir konumlanışım vardı. Ama üç-dört senede bir, uygun bulduğum zamanlarda bunun da dışına çıktığım oluyor. Onun kriterini ben de bilmiyorum tam olarak...

Önceki filminiz Bekleme Odası'nda 'nedensizlik' fikrinin/hissinin büyük ağırlığı vardı. Biraz Yazgı'da başlayan bir temanın devamı gibiydi bu. Kader'de de benzer bir nedensizlik hissini sürdürmeye çalıştınız mı?

Tabii ki. En basit şekilde, "bu çocuk niye böyle, neden bu kadar ısrar ediyor, niye bu kadar kasıyor" gibi bir soru var ortada. Tamam aşık ama, ortada da düşen, mahvolan bir hayat var ve bu göz göre göre, çocuğun bilinci dahilinde oluyor. Neden o kız da başka birisi değil, neden karısı değil mesela? Neden aşkı o şekilde yaşama arzusu taşıyor? Bu, hikâyeyi yazarken ve filmi yaparken dikkat ettiğim bir şey: Neden kadar nedensizliğin de insanoğlunun önemi bir yanı olduğu duygusu. Aslında bu bütün filmlerde vardır, ama birçok yazar ve yönetmen bunu sorun etmez. Hatta yazarken ya da yönetirken, nedensizlikle ilgili bir şey bile olsa metinde, kendisine tanrısal bir şekilde nedenleri açıklayabilecek, yanıtları verebilecek bir güç atfeder. Ama filme baktığınızda, yönetmenin verdiği yanıtların aksine pek çok nedensizlik bulabilirsiniz. Çünkü insanın doğası böyle bir şey. Nietszche'nin bir sözü var: "İnsanın aklî bir varlık olduğu kadar, akıldışı bir varlık olduğunu da kabul etmenin zaman geldi" diye. Bu çok doğru bir söz. Ne kadar akıllı olursak olalım, ne kadar bilimsel bakarsak bakalım, bulduğumuz cevapların, bulduğumuz nedenlerin bizi daha büyük nedensizliklerin, daha büyük soruların eşiğine getirdiğini görüyoruz. Bu, çok da bana ait bir şey değil. Ama ben bunu filmimi yazarken ve yaparken, özellikle bazı durumları oluştururken sorun ediyorum, hep aklımın bir köşesinde tutuyorum. Özellikle de filmin ismini koyarken ya da final sahnelerine karar verirken buna dikkat ediyorum. Hep bir finalsizlikle, bir yere gitmeme hissiyle bırakmaya çalışıyorum hikâyeyi. Ama ideolojik bir şekilde, "hayatta böyle bir şey var, benim filmimde de bunu göreceksiniz" şeklinde yapmıyorum bunu.

Kader, Yazgı'dan farklı olarak cevapların çok fazla peşinde olan bir film gibi değil. Daha çok öyküye, o karakterin gerçekliğine adanmış bir film gibi...

Aslında Yazgı'da da öyle, ama final sahnesi insanların kafalarını karıştırıyor. Orada söylenen sözlerin baskın olmasının ötesinde, didaktik olmak adına, bir takım cevapları vermek adına yapılmış bir şey yoktur. O konuşma hiçbir yere gitmeyen bir tartışmadır, o uzun konuşmanın arkasından bir ana fikir bile çıkmaz. Ama sözlerin söyleniş biçimi ve oluşturduğu duygular yüzünden o sahne çok öne çıktı. Ben o sahnede biraz da entelektüel izleyiciye, düşünen izleyiciye imtihan çekmek istedim. Biraz dikkatsiz izlediğinizde, büyük, didaktik laflar edildiğini ve her şeyin açıklandığını sanabilirsiniz. Aslında o bir tuzak gibi bir şeydi. Tamam, sözler belirli bir mantıkla ve tavırla söylenir, hayatta bir taraf tutma bile vardır. Özellikle savcı, daha müslüman, gelenekçi, iyi bir insandır. Ama özellikle çocuğun söyledikleri hiçbir yere gitmez, sadece ideolojik olan her şeyi, yani bütün cevapları kırmaya yönelik bir takım saldırılardan başka bir şey değildir. Ama Kader'in tamamen öyküye adanmış, öyküye bağlı kalınmış bir yanı var. Zaten birinin ismini Yazgı, diğerinin Kader koyma nedenim de bu. 'Yazgı' daha modern, daha entelektüel bir kavramdır aslında. "İnsanlığın yazgısı" gibi cümleler, daha çok Dostoyevski'nin romanlarında dikkatimi çekerdi,. 'Kader' ise daha doğuludur, o hikâyenin geçtiği durumu çağrıştıran bir yanı vardır kaderin, daha genel bir durumun içinde anlam bulur. "Benim yazgım bu" demeyiz, "insanlığın yazgısı", "alınyazısı" deriz; ama kaderi daha genel bir şekilde kullanırız.

Filmde saplantılı aşkın kendisi her şeyi açıklayan bir nedene dönüşüyor gibi aslında. Filmin Bekir'in Uğur'a vurulduğu sahneyle açılması da bu açıdan anlamlı. Her şeyin başlangıcı o an gibi...

Her şeyin nedeni olarak aşk var ama aşk ne işte? Belki Uğur o ilk sahnede yellenmese, o aşk gerçekleşmeyecek. Cinsellik de o sahnede çok ön planda. Fark ettiniz mi bilmiyorum ama o sahnede Uğur'u arkasından görüyoruz ve Bekir baştan aşağı süzüyor onu, kalçalarına bakıyor, tenine bakıyor...

Kader, diğer filmlerinize göre daha düz bir çizgide ilerleyen bir film: Bekir Uğur'la tanışıyor, aşık oluyor ve bir süre sonra hangi şehirde olduğunu unutuyor. Biraz yol filmi gibi... Dolayısıyla nerede biteceği daha da önem kazanıyor. Filmin finaline nasıl karar verdiniz?

Yol filmidir aslında, ama bunu o kadar da ön plana çıkartmaz... Ben hep söylediğim gibi, yaptıklarını tematik olarak bir aşamaya kadar düşünen, şunu yapmayacağım bunu yapacağım diyen biri olmama karşın çok da bilinçli ve tanrısal edayla film yapan biri değilim. En az bunlar kadar, hatta bundan daha fazla sezgilerime de, ters düşünmelere de, tesadüflere de önem veren, onlara da epey pay bırakan biriyim. Final sahnesine nasıl karar verdiğimi de çok belirgin bir şekilde hatırlamıyorum. Hatta filmin süresini, şunu bunu hiç hesap etmeden yazarım yazarım yazarım. Bu, Kader'de hem ekonomik hem teknik sorun yarattı bana, çünkü 160 sayfa yazdım senaryoyu, ama yazdığım anda da bu böyle üç saatlik bir aşk destanı olabilir diyerek gardımı da aldım. Ama bunu yapabilmek, bir filmi üç saat hakkıyla izletebilmek de kolay bir şey değil. Yine de şunu söyleyebilirim: Üçüncü Sayfa dışında, aşağı yukarı tüm filmlerimdeki final duygusunun Kader'deki finali belirlememde bana yardımcı olduğunu söyleyebilirim. Örneğin Yazgı'da çocuk hapishaneden çıkar ve çok muğlaktır her şey, bundan sonra ne olacak sorusunun ipuçları verilmeden biter film. İtiraf da öyledir, diğerleri de... Bu biraz finalsiz filmler yapma özeniyle de ilgili. Çünkü hayat finali olan bir şey değil ve ben film yapmama karşın hayat duygusunu hiçbir zaman bir kenara atan birisi değilim... Ama Kader'le ilgili şunu hatırlıyorum: O uzun konuşmanın ardından, bırakalım daha sonrasını, ertesi gün ne olacak sorusunun beni heyecanlandırdığını ve bu film burada biter dediğimi hatırlıyorum. Daha çok bir duygu, bir sezgi bu...

Sizin çekim anlayışı olarak senaryoya sıkı bir şekilde bağlı olduğunuzu düşünerek, Kader'in senaryosunu yazarken filmin Masumiyet'le nasıl bir ilişkisi olmasını amaçladınız? Oyuncularınızın bu filme hazırlanırken Masumiyet'le nasıl bir ilişki kurmalarını istediniz?

İki film arasında başından beri bir bağ vardı, çünkü Masumiyet'teki monolog itibarıyla Kader'in hikâyesi çok daha önce yaşanmıştı. 1996'da hasta olup o özel dönemimde Yusuf karakterini yaratmamış olsaydım belki de Kader daha önce çekilecekti. Ama o zamandan itibaren bir gün o monologdaki hikâyeyi filme çekeceğimi biliyordum. Dolayısıyla iki film arasında baya büyük bir bağ var, zaten karakterlerin isimleri, vs. de aynı. Ama şunu da yapmaya çalıştım: Masumiyet'i izlememiş birisi için de aşk duygusunu büyük bir şekilde, en az Masumiyet'teki kadar yüksek bir şekilde anlatan ve hissettiren bir film yapmaya çalıştım. Hatta dediğim gibi büyük bir aşk destanı olmasını düşünüyordum filmin, ama filmi oraya çekecek sahnelerin hikâyeye zarar verdiğini görünce vazgeçtim bundan. Özellikle de Cevat'la Uğur'un annesinin ilişkisine dair sahnelerin çoğunu çıkardım. O, ayrı bir film olacak kadar güçlü bir hikâyeydi. Onların ilişkisinde de mesela, genç bir sevgili, çok iyi birisi, orada hasta yatan kocasına bakıyor; ama gece de karısını düzüyor. Hayat biraz da böyledir, orada kimse kötü de değil, ama hayat kötü... Başta bu bana iyi gelmişti, ama sonra diğer hikâyeyi zedeleyen, ayrı bir hikâye gibi geldi, seyircinin neyi izleyeceğine şaşırmasına neden oluyordu sanki. Oyuncuları yönetme konusuna gelince... Özellikle Masumiyet'le ilişkili yönlendirmeler yapmadım, bunlar zaten bana soyut gelen şeyler. Budala bir yönetmen, Ufuk'u ve Vildan'ı alıp saatlerce bu konu üzerine ahkâm kesebilir: "İşte bak bu onun geçmişi, şöyle oynanacak, böyle oynanacak..." Bunlar hep soyut ve havada kalan şeylerdir. Ben oyuncu yönetirken, oyuncularla filmin anlamlarıyla ilgili soyutlamalar yapmam. Biliyorum, pek çok yönetmen, oyuncularıyla günlece vakit geçirir, ama çoğu zaman sete bunun karşılığı yansımaz. Hatta gereksiz bir angajmana bile sebep olur. Ben set konusunda son derece somut biriyimdir. Hatta oyuncum hiçbir şey bilmesin, filmin hikâyesini, konusunu bile bilmesin, dediklerimi yapsın yeter. Çünkü oyuncu filmin anlamını oluşturmakla sorumlu değildir, onu buna ortak ederseniz başınıza bela alırsınız. Ben beş sene-on sene bu meselelere, bu hikâyeye kafamı yorup bir senaryo yazmışım; bir oyuncunun çekimlerden iki ay önce o senaryoyu eline alıp filmin her şeyine hakim olması mümkün değildir. Bence bir oyuncu filmin kişilik olarak ona ne katacağıyla ilgilidir, bu da çok insani bir şeydir. Kalkıp filmin anlamlarını oyuncunun sırtına yüklemek budalalıktır ki bundan bir şey de çıkmaz. Ben de böyle şeylere girmem hiç. Filmde oyunculuk açısından Masumiyet'le olan benzerlikler de benim tasarrufum dahilinde olan şeyler. Ufuk'un ve Vildan'ın istediğim her şeyi yapabilecek güçte insanlar olduğunu görünce, hatları karıştırmayacaklarına inanınca kimi sahnelerde bu tür benzerlikler yarattım. Pavyon sahnesinde mesela, Ufuk'a "Haluk Bilginer'in sarhoş olup odada bağırıp çağırdığı sahnedeki duyguyu çıkartsan yeter," dedim. Ufuk da hem o sahneyi çok sevdiği için, hem de cin gibi birisi olduğu için o performansı gösterdi ve en az o sahne kadar iyi ve güçlü bir sahne oldu. Vildan'dan da, Sinop'ta Ufuk'a bağırıp çağırdığı sahnede Derya Alabora'yı göz önüne almasını istedim ve becerdi bunu. Ama yapamayabilirdi, beceremeyebilirdi de... Bir filmin üst anlamlarını yönetmen kendine saklamalı, sette filme çok basit, teknik bir şey gibi bakmalı. Zaten öyledir. Bir film düşünülürken ve yazılırken anlamlarıyla düşünülür, sonra bu anlamlar terk edilir. Hele filmi çekerken anlama dair böyle şeyler konuşmak bana zayıflık gibi gelir. Ben ekibiyle, oyuncularıyla filmin anlamlarını konuşan bir yönetmene asla saygı duymam, aksine alay ederim onunla. Montaj bitip film ortaya çıktığında, zaten senaryo aşamasında iyi düşünmüşsen bunları, kendiliğinden geri gelir o anlamlar. Beni en çok heyecanlandıran şey de, başta kurulan, setteki teknik ve mide bulandırıcı süreçte unutulan bu anlamların, seyirciyle beraber geri geldiğini görmektir. Bir de ben utanırım gerçekten bir oyuncumla "şimdi burada adam şöyle bir duygu içinde..." diye konuşmaya, küçümserim böyle şeyleri. Zaten yönetmen olsun, oyuncu olsun, bu kimliklerini bir kenara bıraktığında, bu angajmanlardan kurtulduğunda inanılmaz şeyler yapmak mümkün gerçekten. Belirsizlikten korkmuyorsan ve kafanı karıştırmıyorsa bu, her şey üretilebilir bence.

Hiç yorum yok: