24 Aralık 2007 Pazartesi

Yönetmen Zeki Demirkubuz'dan Dizilere Eleştiri



Yönetmen Zeki Demirkubuz, Son Dönemde Türk Sinemasının ve Türk Dizi Filmlerinin Sayıca Artmasına Değinerek, Teknolojik Olanakların Artmasıyla İnsanların Böyle Bir Yönelime Girdiğini Söyledi.


Yönetmen Zeki Demirkubuz, son dönemde Türk Sinemasının ve Türk dizi filmlerinin sayıca artmasına değinerek, teknolojik olanakların artmasıyla insanların böyle bir yönelime girdiğini söyledi.

Filmlerin sayı olarak artmasını anlayamadığını belirten Demirkubuz, dizi filmlere sektörel olarak baktığında, bu sektörün ''kalıcı bir geleneği olacakmış gibi durmadığını'' söyledi.


Demirkubuz, dizi film sektörünün endüstriyel olarak kendini geliştirmediğini, sinemadakiler gibi bir altyapıya kavuşmadığını belirterek, "Anlatılanlara içerik olarak da bir ilgi duyduğumu söyleyemem, hatta teknolojinin bu kadar gelişmiş olmasına rağmen pek çok diziye baktığımda bugün 60'lardaki 70'lerdeki Türk sinemasının niye o kadar aşağılandığını anlayamıyorum. Çünkü bunlar çok daha beceriksiz geliyor bana, yani oyunculuk olarak, ışık olarak, insani şeyler olarak. Tamam high definition (yüksek teknolojiye sahip) kameralar kullanılıyor, güzel kurgu teknikleri kullanılıyor ama mesele olarak, hikaye olarak 30-40 yıl öncesinin Türk sinemasından daha geri bir noktada. Hatta ben şimdi onları çok daha değerli buluyorum. Hiç olmazsa onlar başka bir duyguyu uyandırabiliyorlardı. Onlar benim geçmişimdi, çocukluğumdu. O yüzden daha sempatik geliyor bana" dedi.

Kendisine, dizi film tekliflerinin de geldiğini belirten Demirkubuz, ancak çekmeyeceğini bildikleri için bu tekliflerin eskiye göre azaldığını da sözlerine ekledi.

Sinemayı ''mucizevi bir şey'' olarak gördüğünü belirten Demirkubuz, ''bu yüzden çok daha basit olup da anlaşılmaya muhtaç olan, ya da anlatmaya değer görülmeyecek şeyleri anlatmak bana daha doğru geliyor'' dedi.

Son dönemde en çok Ezel Akay'ın yönetmeliğini yaptığı ''Hacivat, Karagöz Neden Öldürüldü'' adlı filmi beğendiğini belirten Demirkubuz, ''Eve Dönüş'', ''Babam ve Oğlum'' gibi filmlerin yapılması gerektiğini, ancak meselenin anlaşılması konusunda daha itirafkar, mevcut konuyu çok da duygusallaştırmadan koyma becerisi gösteren filmlerin kendisini daha çok etkileyeceğini kaydetti.

Demirkubuz, politik konulu bir film çekmeyi düşünmediğini, siyasi içerikli olayları insanların anlaması için kendisine ihtiyacı olmadığını belirtti.

(Anadolu Ajansı) 24.12.2007 10:57 [1147842]

14 Eylül 2007 Cuma

ABD'nin 'Kader'i Demirkubuz'un elinde

ABD'nin 'Kader'i Demirkubuz'un elinde

FILM Society of Lincoln Center'ın, ArteEast, The Moon and Stars Project ve Altyazı Dergisi işbirliğiyle düzenlediği Zeki Demirkubuz Ret-rospektifi, 19-24 Eylül tarihlerinde New York'ta bulunan Walter Reade Theather'da gerçekleştirilecek. Zeki Demirkubuz'un kendisinin de katılacağı, Mayıntarlalan: Zeki Demirkubuz'un Karanlık Öyküleri başlıklı etkinliğin açılışı 21 Eylül'de Demirkubuz'un son filmi Kader'in gösterimiyle yapılacak.

BİR DE KİTAP VAR

New York Film Festivali'nin düzenleyicisi olan Film Society of Lincoln Center; NewYork'ta Ortadoğu filmlerini desteklemek ve tanıtmak üzere kurulmuş olan ArteEast ve Türkiye ile ABD arasındaki kültürel işbirliğini geliştirmek amacıyla 2002'den beri hizmet veren The Moon and Stars Project'in birlikte gerçekleştirdikleri etkinlikte, Zeki Demirkubuz'un filmlerinin gösterimlerinin yanı sıra Zeki Demirkubuz, Lincoln Center'ın program yöneticisi Richard Pena, ve Altyazı'dan Zeynep Dadak'ın katılacağı bir panel de gerçekleştirilecek.

Altyazı'nın bu etkinlik için içeriğini sağladığı İngilizce kitap da etkinlik sırasında katılımcılarla buluşacak. Altyazı yazarları tarafından, Zeki Demirkubuz sineması ve filmleri üzerine yazılmış yeni yazıların yanı sıra Demirkubuz ile yapılmış kapsamlı bir röportajın olduğu kitapta; Richard Pena, Film Comment dergisinden Olaf Möller ve L'Humanite gazetesinden Emile Breton gibi isimlerin yazmış olduğu yazılar bulunuyor. Birgün

12 Eylül 2007 Çarşamba

Altın Portakal jürileri açıklandı


19-28 Kasım tarihlerinde gerçekleşecek Antalya Altın Portakal Film Festivalinin jürileri dün Ortaköy Anjelique Bar’da açıklandı.
44. Antalya Altın Portakal Film Festivali jüri üyeleri açıklandı.TÜRSAK ve AKSAV’ın ortak düzenlediği Festival, 44. yılında da sinema tutkunlarını özgün filmlerle ve dünyaca ünlü isimlerle buluşturacak.

Düzenlenen kokteylde jüri üyelerini TÜRSAK Vakfı Başkanı Engin Yiğitgil açıkladı ve sahneye davet etti. 44. Antalya Altın Portakal Film Festivali Ulusal Jüri’nin başkanlığına Genco Erkal seçilirken, diğer jüriler de Cem Yılmaz, Lale Mansur, Hale Soygazi, Fadik Sevin Atasoy, Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz ve Abdullah Oğuz oldu.



DEMİRKUBUZ: DESTEK OLMAK İSTEDİM

Geçtiğimiz yıl Altın Portakal’a ‘Kader’ adlı filmi ile katılan ve ‘en iyi film’ ödülünü alan Zeki Demirkubuz, bu sene jüri seçilmesiyle ilgili hislerini şöyle anlattı: “Türk filmlerinde jürilik nasıl oluyormuş merak ediyordum. Biraz o merakımı gidermek istedim. Antalya Film Festivali son 3 senedir çok önemli işler yapıyor. Ona da elimden geldiğince destek sunmak istedim.”

FESTİVAL, YOL, SU, ELEKTRİK OLARAK DÖNECEK!
Abdullah Oğuz

‘Mutluluk’, ‘Asmalı Konak’ ve ‘O şimdi Mahkum’ gibi sevilen filmleriyle Türk sinemasına önemli katkılarda bulunan Abdullah Oğuz da Antalya Film Festivali’nde gözle görülür bir ilerleme olduğunu söyledi ve ekledi: “İnşallah market kısmı da iyi geçerse bu hepimize yol, su, elektrik olarak geri dönecek.”

EN “KOMİK” JÜRİ ÜYESİ...
Jürinin “en komik” ismi Cem Yılmaz, her zamanki gibi esprileriyle sahneyi şenledirdi, ve sinemadan uzak bir mevsim geçirdiğini itiraf etti. Yılmaz, “Altın Portakal jürisi olmanın vermiş olduğu sorumlulukla hareket edeceğim. Amacımız güzel filmleri öne çıkarmak” dedi.

44. Antalya Altın Portakal Film Festivali, 19-28 Kasım tarihleri arasında Hollywood ve Avrupa Sinemasının ünlü isimlerini de ağırlayacak.

Kaynak: NTV-MSNBC

7 Eylül 2007 Cuma

Benim için fark etmez

"http://www.altyazi.net/mayis02/haberler/yazgi.jpg" grafik dosyası hatalı olduğu için gösterilemiyor.
Sinem :Benimle evlenmek ister misin?

Musa: Benim için fark etmez; ama sen istiyorsan
evleniriz.

Sinem: Peki, beni seviyor musun?

Musa: Bilmiyorum.

Sinem: Öyleyse neden evleneceksin?

Musa: Bunun bir önemi yok, istersen evleniriz.

Sinem: Evlilik ciddi bir iştir.

Musa: Değildir.

Sinem: Bu teklifi başka bir kadın yapsaydı kabul
eder miydin?

Musa: Ederdim herhalde.

Sinem: Peki sence ben, seni seviyor muyum?

Musa: Bunu hiç düşünmedim.

Sinem: Seninle evlenmek istiyorum.

Musa: Ne zaman istersen.

Sinem: Benim gitmem lazım.
Bu saatte nereye gittiğimi merak
etmiyor musun?

Musa: ....

ZAMAN

"http://www.altyazi.net/mayis02/afis/itiraf.jpg" grafik dosyası hatalı olduğu için gösterilemiyor.

Harun: benimle gelir misin?
Nilgün: ya olup bitenler?
Harun: olan oldu, her şey gelip geçiyor.
Nilgün: hiçbir şey geçmiyor. geçen yalnızca ZAMAN.
Harun: başka çaresi mi var?

Masumiyet


"bu kaltakla aynı mahallede büyüdük. mevlanakapı’da. babası zabıtaydı. alkolik hasta bi adamdı rahmetli, erkenden de gitti zaten. bu anasıyla yoksul, perişan... bizim tuzumuz kuruydu, hacı babam yapmış bi şeyler. bi de zagor vardı. bizim eski evin kiracısının oğlu. babası filimciydi yeşilçamda. cepçilik, arpacılık, her yol vardı itte. ama sevimli, yakışıklı oğlandı. bizimkine aşık etmiş kendini. ben efendi oğlanım, okul mokul takılıyorum o zamanlar. öylece büyüdük gittik işte. ne bok varsa;hep askerliği beklerdim? dört sene kaldı, üç sene kaldı... sonunda o da geldi gittik. bizde de herkes bunu bekliyormuş; gelir gelmez yapıştılar yakama. ev düzüldü, kız bulundu, çeyiz falan filan... nikahlandık. iki taksi bi dükkan verdi peder. dükkanda koltuk moltuk satardım. bi gün bu orospu çıkageldi. hiç unutmam, görür görmez cız etti içim. böyle basma bi etek dizine kadar, çorap yok, üstünde açık bi bluz, saçlar maçlar... pırlanta anlayacağın. şunun bunun fiyatını sordu, dalga geçti benimle. kanıma girdi o gün. tabii taktım ben bunu kafaya. ertesi gün bi soruşturma... dediklerine göre yemeyen kalmamış mahallede. ama asıl zagor’a kesikmiş. zagor’da kaftiden içerde o sıra. bi gün, süslenmiş püslenmiş; zırt geçti dükkanın önünden. yazıldım peşine. tuhafiyeciye girdi, pastaneden çıktı; minibüs otobüs, geldik sağmalcılar’a; benim içimde bi sıkıntı. işi anladım tabii: zagor’u ziyarete gidiyo. bi tuhaf oldum, piçi de kıskandım. uzatmayalım çaresiz evlendik ötekiyle. o ara zagor içerden çıktı. sonra bi duyduk; kaçmış bunnar. altı ay mı bi sene mi; kayıp. hep rüyalarıma girerdi orospu. o gün dükkana gelişini hiç unutamadım. benimkine bile dokunamaz oldum. sonra bi daha duyduk ki iki kişiyi deşmiş zagor: biri polis, ikisinin de gırtlağını kesmiş. karakolda beş gün beş gece işkence buna. arkadaşlarının öcünü alıyorlar. kaltağa da öyle... önce öldü dediler zagor’a, sonra komalık. ankara’da oluyor bunnar. bizimki bi gün çıkageldi mahalleye. zagor içerde, en iyisinden müebbet. bi sabah dükkana geldim, baktım bu oturuyo. önce tanıyamadım. anlayınca içim cız etti. cız etti de ne? tornavida yemiş gibi oldum. çökmüş, zayıflamış, bembeyaz bi surat... ama bu sefer başka güzel orospu. orhan'ın şarkıları gibi. kalktı böyle, dimdik konuşmaya başladı. dedi para lazım, çok para. zagor’a avukat tutacakmış. ilerde öderim dedi. esnafız ya bizde, “nasıl?” diye sormuş bulunduk. orospuluk yaparım dedi, istersen metresin olurum. içime bişey oturdu ağlamaya başladım, ama ne ağlamak! işte o gün bu günden beri bu orospuyla tam yirmi yıl geçti. uzatmayalım, zagor’a müebbet verdiler. ama rahat durmaz ki piç! ha birini şişledi, ha firara teşebbüs; o şehir senin bu şehir benim, cezaevlerini gezip duruyo. orospu da peşinden. sonunda dayanamadım: ben de onun peşinden... önce dükkan gitti, ardından taksiler. karı terk etti, peder kapıları kapadı. yunus gibi aşk uğruna düştük yollara. iş bilmem, zanaat yok. bu durmuyo hiç. ilk yıllar ufak kahpeliklere başladı, sonra alıştı. gözünü yumup yatıyo milletin altına. gel dönelim diye çok yalvardım. evlenelim, pederi kandırırım, zagor’a bakarız: yok. kancık köpek gibi izini sürüyo itin. n’aptı buna annamadım. kaç defa dönüp gittim istanbul’a. yeminler ettim. doktorlar, hocalar kar etmedi. her seferinde yine peşinde buldum kendimi. bi keresinde döndüm, biriyle evlenmiş bu, hamile... beni abisiyim diye yutturduk herife. nedense rahatladım, ohh dedim, kurtuluyorum. bu da akıllanmış görünüyo. yüzü gözü düzelmiş, çocuk diyo başka bişe demiyo. sinop’ta oluyo bunlar. ben de döndüm istanbul’a. doğumuna yakın, zagor bi isyana karışıyor gene. hemen paketleyip diyarbakır cezaevine postalıyorlar. çok geçmeden bizimki depreşiyo gene; o halinle kalk git sen diyarbakır’a, üç gün ortadan kaybol... herif kafayı yiyo tabii. dönünce bi dayak buna: eşek sudan gelinceye kadar. kızın sakatlığı bu yüzden. sonra çocuğu doğuruyo. uzun zaman anlaşılmamış. ortaya çıkınca bi gece esrarı çekip takıyo herife bıçağı. çocuğu da alıp vınn diyarbakır’a, zagor’un peşine. allahtan herif delikanlı çıkıyo da şikayet etmiyo. ben o ara istanbul’da taksiden yolumu buluyorum. epey bi zaman böyle geçti. yine her gece rüyalarımda bu. zagor’un diyarbakır cezaevinde olduğunu duymuştum o sıra. bi gece bi büyükle eve geldim. hepsini içtim. zurnayım tabi. bi ara gözümü açıp baktım: karlı dağlar geçiyo. bi daha açtım, başımda bi çocuk, kalk abi, diyarbakır’a geldik diyo. baktım, sahiden diyarbakır’dayım. bi soruşturma... kale mahallesi vardır oranın, bi gecekonduda buldum, malımı bilmez miyim? görünce hiç şaşırmadı. hiç bişe demedik. o gece oturup düşündüm. oğlum bekir dedim kendi kendime, yolu yok çekeceksin. isyan etmenin faydası yok, kaderin böyle, yol belli, eğ başını, usul usul yürü şimdi. o gün bugün usul usul yürüyorum işte"

Zeki Demirkubuz’un Karanlık Öyküleri New York’ta

http://www.europeanfilmfestival.com/EN/resimgoster.aspx?DIL=2&BELGEANAH=7984&RESIMISIM=zekidemirkubuz.jpg

Zeki Demirkubuz’un Karanlık Öyküleri New York’ta

Film Society, Zeki Demirkubuz’un yedi filmini içeren bir toplu gösterimi New York’taki sinemaseverlere sunuyor. 1969’da kurulan ve gerek Amerikan gerekse diğer ülke sinemalarını desteklemeyi, yeni yönetmenleri izleyiciyle buluşturmayı hedefleyen Film Society of Lincoln Center aynı zamanda New York Film Festivali’nin de düzenleyicisi. Ruhsal Mayın Tarlaları: Zeki Demirkubuz’un Karanlık Öyküleri başlıklı etkinlik 19-24 Eylül tarihleri arasında gerçekleştirilecek. Etkinlikte yönetmenin son filmi Kader’in New York’taki ilk gösteriminin yanısıra, Karanlık Öyküler Üçlemesi olarak da anılan Yazgı, İtiraf ve Bekleme Odası filmleri ve C Blok, Masumiyet ve Üçüncü Sayfa adlı filmler yer alacak. Etkinlik kapsamında, 22 Eylül Cumartesi günü saat 15.00’te Zeki Demirkubuz sineması üzerine bir de panel düzenlenecek. Yönetmen 16 Eylül’den itibaren New York’ta olacak.

Merkezin program yönetmeni Richard Pena, Nuri Belge Ceylan ve Yeşim Ustaoğlu’yla birlikte, Türk sinemasının son yıllardaki lokomotiflerinden olan Zeki Demirkubuz’un filmlerinin doğu-batı arasındaki kültürel ve politik farklılaşmayı da ortaya koyan güçlü bir sinema olduğunu söylüyor.

Etkinlik kapsamında Altyazı, Arteast ve Moon and Stars Project’in İngilizce olarak hazırladığı bir kitap da sinemaseverlerle buluşacak. New York’ta bulunan Arteast adlı örgüt, Ortadoğu filmlerini destekliyor, buradaki sanatçıların daha geniş kitlelerle buluşmasını sağlıyor. 2002’de kurulan The Moon and Stars Project ise, Türkiye ile ABD arasındaki kültürel işbirliğinin gelişmesini amaçlıyor. Türkiyeli sinemaseverlerin yakından tanıdığı Altyazı sinema dergisi ise 2001’den itibaren okuyucularla buluşuyor.

2 Eylül 2007 Pazar

Genel Bir Değerlendirme

Bir Değerlendirme

Genç, karamsar, kararlı… Seyirciyle ilişkisi açısından bilinen en önemli özelliği, küçük bir kitle için film yapmayı seçmesi. “Milyonların sevgilisi” olmak gibi bir arzusu olmadığını, hemen her röportajında dile getiriyor. Sinemayı önce kendisi için yapıyor olması var, Zeki Demirkubuz’un bu tavrının altında. Önce kendiyle hesaplaşması, başka bir deyişle. “Bütün hayatım boyunca taşıdığım suçluluk duygusunu olduğu kadar, imtiyazlılara ve gerçekte yalnızca imtiyaz isteyenlere karşı duyduğum nefreti anlatmayı hep istiyordum.” diyor Antalya Film Festivali broşürü için kaleme aldığı bir yazısında.

C BlokSinema eleştirmeni Atilla Dorsay, Türkiye’de yayınlanan Sinema dergisinin Şubat sayısında yayınlanan Demirkubuz’un dünyasına bir giriş denemesi adlı incelemesine, “Kristal kadar soğuk, ama yine kristal kadar güzel bir dünya” diyerek başlıyor ve bizim özetlediğimiz biçimiyle şöyle devam ediyor:

“Suç ve suçluluk üzerine yoğunlaşan “Yazgı” ve “İtiraf” filmleri, Demirkubuz’un esin kaynaklarını açıkça belirler. Elbette Albert Camus, Jean Paul Satre, ve varoluşçuluk akımı. Ama aynı ölçüde, hatta belki daha çok “Suç ve Ceza”nın Dostoyevski’si… Ama bu hikayeleri alabildiğine yalın, tüm sinemasal süslerden sıyrılmış biçimde anlatma özellikleriyle de, Fransız sinema ekolü, özellikle de Bresson yalınlığı…

“Zeki Demirkubuz’un filmlerinin teknik özelliklerine bakıldığında, doğanın özel bir önemi hatta “rol”ü olduğu görülüyor. Kahramanların dönüm noktaları, doğada çekilen sahnelerde geçiyor. Seslerin kullanımında da özel bir duyarlılığı var. Modern dünyanın ruhlarımızı yıpratan durumlarını anlatmak için müzikten değil, bir takım seslerden yararlanıyor. Örneğin sürekli çalan ve çoğunlukla açılmayan telefonlar var filmlerinde, iletişimsizliği anlatmak üzere. Bir de televizyon var, simge olarak çok vurgu alan. Kahramanlarını gerçek hayattan kopuş anlarını anlatan bir yabancılaştırma ögesi. Atilla Dorsay “Demirkubuz’un televizyonu kullanma biçimi üzerine, bir tez yazılsa yeridir!” diyor bu konuda.

Hayatın insana neler yaptırabildiğiyle, insanın kaderine karşı nasıl tavır alabileceğiyle, ona yön vermeyi ne kadar başarabileceğiyle ilgili sorular soruyor Zeki Demirkubuz. Yönetmenin filmografisi: 1993’te “C Blok”, 1997’de”Masumiyet”, 1998’de “Üçüncü Sayfa”. 2001’de ise iki film birden çekti: İlki ”Yazgı”, ikincisi “İtiraf”

Üçüncü Sayfa Üzerine

Üçüncü Sayfa Üzerine

Türk sineması yeni yönetmenlerle gitgide daha da iyi bir seviyeye geliyor. Zeki Demirkubuz da bu yeni yönetmenler kuşağı içinde en iyilerinden biri. Popüler filmler yapmaktansa, bağımsız filmler yapıp belli bir seyirci sayısı ile yetinmeyi uygun buluyor. Demirkubuz’un filmleri, Türkiye’nin şu anki durumunu da çok iyi betimliyor.

"http://www.geocities.com/Hollywood/Makeup/7019/images/ucuncu_logo.jpg" grafik dosyası hatalı olduğu için gösterilemiyor.

Son yılların en iyi Türk filmlerinden Masumiyet’ten sonra Demirkubuz bu kez de Üçüncü Sayfa ile sinemalarımıza konuk oluyor. Yine kaybedenlerin dünyası, yine çıkışsızlıklar üzerine bir öykü. Filmin hemen başında genç ve henüz küçük işlerle uğraşan bir mafya babasından öldüresiye dayak yiyen İsa’yı görüyoruz. Bu dayağın tek sebebi de bu satırların okuyucularının çoğu için çok fazla bir şey ifade etmeyecek olan bir para: 50 dolar. İsa’nın dayak yediği bu oda çok sade ama bir o kadar da Türkiye’nin belli bir kesimini temsil eden bir mekan. Duvarda Tansu Çiller posteri, televizyonda futbol maçı, mafya babasının elinde cep telefonu ve dilinde “ya getireceksin, ya getireceksin” sözü. Tüm bunlar yanında belki de bir umut ışığını temsil eden, Masumiyet’te de gördüğümüz, bir türlü kapanmayan bir kapı. Ama o kapıdan çıkış İsa’nın sadece o an için dayaktan kurtuluşu anlamına geliyor. Hala önünde büyük bir 50 dolar problemi var, aslında her türlü problemin üzerine bardağı taşıran son damla olarak.

Artık İsa ihtihar etmenin eşiğindedir. Tam bu aşamada bir de ev sahibi birikmiş kira borcunu ödemesi için üzerine gelince de İsa bir an sinirine engel olamıyor ve gidip evsahibini öldürüyor, sonra da bayılıyor. Sabah uyandığında ise kendisini odasında buluyor ve hiç bir şey yapmadan olaydan sıyrılıyor. Gelişen olaylarla birlikte, çoğunlukla uzaklarda olan kocası ile sorunlu bir evliliği olan, komşusu Meryem ile aralarında bir yakınlaşma da başlıyor. Artık İsa’nın hayatı bir düzene girmiş gibidir. Konunu devamı için filmi izlemeniz gerekecek.

Zeki Demirkubuz bu filminde Double Indemnity (Çifte Tazminat), The Postman Always Rings Twice (Postacı Kapıyı İki Kere Çalar) ve Body Heat (Vücut Isısı) gibi film-noir klasiklerinden gelen bir temayı kullanmış ama bu filmlerin en önemli karakterleri olan kadın karakter burada hiç de bildik anlamda bir femme-fatale değil. Tam da Türkiye’nin varoş kesiminden olduğu her halinden belli. Tıpkı türkücülerin dizilerinde figuranlık yapan hatta zaman zaman diyaloglu rollere bile çıkan İsa gibi. Demirkubuz’un bu filmdeki en temel başarısı da tıpkı Masumiyet’te olduğu gibi bir kaç kişinin çevresinde ülkemizin şu anki halini çok iyi anlatması. Çocuklarına Sibel ve Can ismini koyan anne-babalara, günün büyük kısmını televizyona bağlı geçiren insanlara (ki seyredilenler de türkücü dizileri, eski yeşilçam melodramları ve magazin programları) bakınca halimiz daha iyi anlaşılıyor.

Demirkubuz’un karakterleri de ayrıca incelenebilecek kadar ilginç. Hem Masumiyet’e, hem de Üçüncü Sayfa’ya baktığımızda dinsel olarak kutsal isimler taşıyan karakterlerin (Yusuf, İsa, Meryem) ne suç işlemişlerse işlemiş olsunlar aslında masum olduklarını, bu hayat şartlarında belki de başka bir şey yapmaya şansları olmadıklarını görüyoruz. Dikkat edilirse her iki filmin de baş kahramanı birer katil, ama her ikisi de aslında iyi insanlar. Öyle ya da böyle bir insanın hayatını bitirmiş olmaları onları kötü birer insan yapmıyor. Meryem ise pratik olarak hiç bir suça karışmamış olsa da düşündükleri ve planladıkları ile insanın kanını donduruyor. Yine de onun da bu çıkışsız dünyadan kurtulabilmek için aklına gelen tek şeyin bu olduğunu düşününce insan ona da hak vermeden edemiyor.

Üçüncü filmi ile Demirkubuz bazı temel takıntıları olduğunu iyice ortaya koyuyor (Bu arada ilk filmi C-Blok’u bu düşünceler ışığında tekrar izlemek gibi bir arzu duyduğumu da belirtmeliyim, umarım bir kanal tekrar yayınlar). Karakterler karşısındaki güçlü bir otorite, kapanmayan kapılar, eski yeşilçam melodramları ve aslında o filmlerden kopup gelen öyküler, yalın ve gösterişsiz bir görüntü ve ses anlayışı, uzun ve kesintisiz monologlar ve tıpkı Hitchcock gibi perdede ufacık bir süre görünme isteği, en azından Masumiyet ve Üçüncü Sayfa’nın ortak noktaları.

Başroldeki her iki oyuncu da övülmeyi hakediyorlar. Özellikle Başak Köklükaya çok başarılı bir rol çıkarmış ve karakterine bürünmüş adeta. Filmi izlerken ağlama sahnesinde biraz abartılı oynadığını düşünmüştüm ama film sonunda anladım ki o ufak abartı ve rol yapar gibi olma tavrı aslında gerekli bir tavırmış. O uzun monologda da gerçekten çok başarılı, hem de sonradan seslendirme olmasına rağmen. Yeri gelmişken o sahnedeki Demirkubuz’un, Meryem’in konuşmasını hem dış hem de iç ses şeklinde verme tercihinin filmin beri rahatsız eden tek yeri olduğunu da eklemem gerek. Güçlü bir sahne ama tümüyle konuşma şeklinde olsa idi (yani dudaklar oynayarak) daha makul olacağını düşünüyorum.

Üçüncü Sayfa ne yılın en çok hasılat yapan filmlerinden biri olacak, ne de geniş bir seyirci kesiminin ilgisini çekecek, ama benim için yılın en iyi Türk filmlerinden biri olacağını şimdiden söyleyebilirim. Uzun lafın kısası, Masumiyet’i görüp sevenler bu filmi de mutlaka görmeliler.

Bekleme Odası Üzerine

Bekleme Odası Üzerine

Bekleme Odası “Başkalarının gözünde idealist ve ilkeli bir yönetmen olan Ahmet, Dostoyevski’nin Suç ve Ceza romanını filme çekmek istemekte, ancak bunun için pek de hevesli görünmemektedir. Aslında onun hevessizliği sadece film çekme konusunda değil, hayatın her alanında takındığı genel tavır gibidir; yaşadığı hayata karşı nedensiz bir kayıtsızlık içindedir. Kendini evine kapatmış, kendi küçük dünyasında adeta bir yabancı gibi yaşamaktadır. Birlikte yaşadığı sevgilisi Serap günden güne daha da katlanılmaz bir hal alan bu ruh halini, Ahmet’in hayatında başka bir kadın olduğuna yorar. İyice bunaltıcı hale gelen kıskançlık krizleri ve sorgulamaların birinde Ahmet, sıkılıp, hayatında başka biri olduğu yalanını söyler ve Serap evi terk eder. Bir süre sonra, arkadaşları Serap’ın intihar girişiminde bulunduğunu söylemek için Ahmet’i ararlar, ancak o kayıtsızlığını korur. Bütün bunlar olurken asistanı Elif, Ahmet gibi işleri oluruna bırakmamıştır ve filmin hazırlık çalışmalarını sürdürmekte, romanın kahramanı Roskolnikof’u oynayacak kişiyi aramaktadır. Fakat Ahmet, Elif’in deneme çekimlerine katılanların hiçbirini beğenmez. Sonunda bir süre önce evine hırsızlık amacıyla girerken yakaladığı ancak polise teslim etmeden bıraktığı genç hırsızı oynatmaya karar verir ve hırsızı aramaya başlar. Bu esnada, Serap’ın hayatından çıkmasıyla asistanı Elif, zaten büyük etkisi altında olduğu Ahmet’e daha da yakınlaşır ve onun evine taşınır.

Zeki Demirkubuz’un ‘Karanlık Üzerine Öyküler’ başlığında çektiği “Yazgı” ve “İtiraf” filmlerinin uzantısı olarak görülebilecek “Bekleme Odası”, hayatı hep ölümü bekler gibi bir hisle yaşayan bir yönetmenin dünyası üzerinden insan doğasını sorgulayan, Demirkubuz’un önceki filmleri karanlık ve klostrofobik bir film.”

Yazgı Üzerine

Yazgı Üzerine

Zeki Demirkubuz’un “Karanlık Üstüne Öyküler” başlıklı üçlemesinin ilk filmi “Yazgı”, insanların eylem içerisinde var olduğu günümüzde, eylemsizliğiyle dikkat çeken anti-kahraman “Musa”nın sıradışı yaşamını anlatıyor.

Yazgı, Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde, Zeki Demirkubuz’a “En İyi Yönetmen” ödülünü kazandıran film. Demirkubuz’un “Karanlık Üstüne Öyküler” üçlemesinin ilk filmi olan Yazgı, Albert Camus’nün “Yabancı”sından Türkiye gerçeğinden hareketle yapılan bir uyarlama. Daha önceden yine bir Demirkubuz filmi olan “Üçüncü Sayfa”da da izlediğimiz Serdar Orçin; Deliyürek ve Vizontele’deki oyunculuğundan tanıdığımız Zeynep Tokuş; Engin Günaydın ve Demir Karahan filmin başlıca rollerini paylaşıyorlar.

Filmde, gümrük muhasebecisi olarak çalışan Musa’nın (Serdar Orçin) sıra dışı yaşam öyküsü anlatılıyor. Hayattan hiç beklentisi olmayan Musa, karşı karşıya kaldığı birçok olayda, diğer kişilerden farklı tepkileriyle dikkat çeker. Örneğin, çok sevdiği annesinin ölümünü aldırmaz bir tavırla söyler, çalışma arkadaşlarına. Hatta bu ölüme sevinir bile. İşyerinden bir kızın (Zeynep Tokuş) evlenme teklifine kayıtsız bir şekilde “evet” derken, sonrasında patronu ve karısı arasındaki ilişkiyi keşfettiğinde verdiği tepki de beklenenin uzağındadır. Popüler kaygılar karşısında ödün vermemesi, ‘derin’ konulara eğilmesi, her filminde mutlaka görünmesi gibi tipik özellikleriyle, izleyicisi tarafından ‘kod’ları bilinen bir Zeki Demirkubuz sinemasından bahsetmek mümkün. Özellikle Antalya’da izlediğimiz ve birbirini bütünleyen “üçleme’nin iki filminden “Yazgı” ve “İtiraf”ta, yoğunlaştırılmış bir felsefi arka plan bulmak mümkün. Karakterler, biraz da bu arka planın temsilcisi olmaları bağlamında değer kazanıyorlar Zeki Demirkubuz sinemasında. Yazgı’nın Musa’sı (Serdar Orçin) için de bunlar geçerli kriterler.

Demirkubuz, “Yazgı”da çok temel bir durum ve duruşu sinemaya taşıyor: Eylem ağırlıklı bir hayatın örgütlendiği, insanların eylem içinde kıymet kazandığı günümüzde, eylemsizliğin de bir değer olabileceği gerçeğini. Bir gümrük muhasebecisi olan Musa’nın sıklıkla kullandığı “Fark etmez” kelimesi, aslında bu eylemsizliğin en güzel ifadesi olsa gerek. Musa’nın ev, iş ve aşk yaşamındaki kayıtsızlığı ve yoğun bir yalnızlığın içerisinde durumdan haz alır hali, her ne kadar ona diğer karakterlere göre bilge bir konum kazandırsa da trajik bir halden pek de uzak görünmüyor. Musa’nın ‘eylemsizliği’, etrafındaki diğer karakterlerin ‘eylem’lerini de anlamsızlığa mahkum ediyor. İkiyüzlü ilişkilerin yaşandığı bir dünyanın eşiğinde bilinçsizce (ya da bilinçli bir eylemsizlikle) duran Musa’nın etrafında, girmeyi reddettiği kirli bir yaşam hüküm sürüyor. Aslında bu kontrastta, Demirkubuz’un yapmak istediği de “eylemin anlamsızlığı”nı anlatmaktan başkası değil.

Felsefi arka plana güçlü göndermeler içeren bir film, “Yazgı.” Demirkubuz, filmde, düşünce planında yakaladığı derinliği, sinemanın imkanları açısından görsel metafor zenginliğine ulaştıramamış. Bu bağlamda “Yazgı”yı, izleyici açısından sinema tadını da alabileceği bir film olarak düşünmek zor.

Zeki Demirkubuz Sineması

Zeki Demirkubuz Sineması

1964 yılında Isparta’da doğan Zeki Demirkubuz, İstanbul Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulu’ndan mezun oldu. Sinemaya 1985 yılında Zeki Ökten’in asistanı olarak başladı ve 1993 yılına kadar bir çok yönetmene asistanlık yaptı.

1994 yılında ilk uzun metrajlı filmi ‘C Blok’u gerçekleştirdi. Ardından 1997’de ‘Masumiyet’i, 1999’da da ‘Üçüncü Sayfa’yı çekti.

Senaryosunu yazdığı, yapımcılığını ve yönetmenliğini üstlendiği 2001 yapımı ‘Yazgı’ ile 38. Antalya Film Festivali’nde ‘En İyi Yönetmen’ seçildi. Ayrıca film ‘En İyi 3. Film’ seçilirken, Bahar Evgin’e ‘En İyi Sanat Yönetmeni’ ödülü, filmin oyuncularından Serdar Orçin’e de ‘Jüri Özel Ödülü’ verildi.

TÜRKİYE’DE TRAGEDYANIN ÇAĞDAŞ YARATICI YÖNETMENİ: ZEKİ DEMİRKUBUZ

Türkiye’de 90′dan günümüze belli başlı yönetmenler ve filmleri şunlardı: Daha çok genç yönetmenlerin gişe başarısı elde eden popüler filmleri, eski kuşakların filmleri, kadın sinemacıların (her zaman kadın odaklı olmayan) filmleri, sol filmler ile islami filmler (en geniş anlamda politik filmler), bir de genç yönetmenlerin bağımsız filmleri. Kuşkusuz bunların arasında genç yönetmenlerin şimdiye dek çektiği bağımsız filmler en çok ses getiren ve en çok ödüllendirilen filmler oldu; ama yakın tarihli bir olgu olması nedeniyle yeterince tartışılmadı. Rıza Kıraç’ın “kaybedenlerin hikayeleri” olarak betimlediği bu filmlere yolu 1990 öncesinde iki başarılı film, Anayurt Oteli (Ömer Kavur, 1986) ve Her Şeye Rağmen (Orhan Oğuz, 1987) açmıştı. Bu yolda ilerleyip her biri farklı bir tarz oluşturan yönetmenler Derviş Zaim, Nuri Bilge Ceylan, Yeşim Ustaoğlu, Serdar Akar’la birlikte diğer yeni sinemacılar, Ferzan Özpetek (her ne kadar İtalya’yı haklı nedenlerle yeğlese de) ve elbette Zeki Demirkubuz’du.

Demirkubuz’un daha çok düşük bütçeli film üretme (yapımcı olarak), filmlerini yazma, yönetme ve filmlerinde oynama serüveni 1994 tarihinde başladı.

İstanbul’un boğucu ve daraltan havasından (C Blok, 1994), birkaç ilde yapılan bir yolculuğa (Masumiyet, 1997), oradan da kapalı mekanlara (Üçüncü Sayfa, 1999) geçen Demirkubuz, tasarladığı üçlemenin ilk iki filmini 2001 yılında Karanlık Üstüne Öyküler (1-2) alt başlığı ile gerçekleştirdi: Yazgı ve İtiraf.

Filmlerinin her aşamasında görev alan yönetmenin sinema anlayışını en iyi onun sözlerinden öğrenebiliriz:

“…tek şansı olan sinema kişisel sinemadır… Kişisel sinema ile kastettiğim toplumsal, sosyolojik, ulusal olmama durumu değil. Zaten doğası itibarıyla kişisel olan bir şey bunları da içerir…. Bana göre her şeyden önce, toplumsal olan bütün mazlumiyetine, edilgenliğine rağmen, faşizm olma durumudur. Toplum dediğimiz olgu her şeyden önce müdahale öğesinin ön planda olduğu, birinin dediği gibi, sadece korunma duygusuyla en başta ortaya çıkmış… iktidarın ele geçirilmesiyle, insanı, bireyi yok etmekle eşanlamlı bir konuma dönüşmüştür…Tarih bireyin toplumsal olana karşı savaşımıdır.”

“…Sinemanın bilinç götürmek gibi, halkı uyandırmak gibi, gerçekleri anlatmak gibi bir işlevi olduğuna inanmıyorum” diyen yönetmen büyük auteurleri örnek göstererek (Tarkovski, Bergman) iç yolculuklardan yana olduğunu ekler. Toplumsal olanın “faşizan” ve “dayatmacı” bir yanı olduğunu vurgular. Bu anlamda toplumcu sinema değildir yaptığı. Dolayısıyla sistemleri ya da “büyük anlatıları” işlemek yerine “sıradan insanları” ve “küçük anlatıları” yeğlemesi de bundandır.

Zeki Demirkubuz’un “kişisel sinema” olarak ifade ettiği şey ona yaratıcı bir yönetmen (auteur) olma yolunu da açar.

Cahiers du Cinema dergisinde başlayıp Amerika’ya Andrew Sarris eliyle giren auteur tartışmaları da bu noktadan çıkışını bulur. Film yönetmenlerini yazara benzeten bu “kuram’ın özü Sarris tarafından üç öncüle indirgenir: Bir auteur teknik yeterliliğe sahiptir, ayırdedici bir kişiselliği, kişisel biçemi vardır; üçüncü olarak filmde yönetmenin malzemesi ile kişiselliği arasındaki gerilimden doğan içsel anlam söz konusudur. Auteur kurama karşı argümanlar öteden beri var; bazı filmlerin yönetmenin değil bir yapımcının ya da bir stüdyonun imzasını taşıdığı ya da sinemanın bir ekip işi olduğu gibi… Bunlar yerine göre doğru ifadeler.

Ama bazı yönetmenler hiç kuşku yok ki bu yaklaşımla daha iyi değerlendirilebiliyor.

Bernard Dick’in de belirttiği gibi tüm auteurlerin belli ortak noktaları var: Başkalarıyla işbirliği yapmak, çalışmada farklılık aramak, motifleri yinelemek, daha önceki çalışmalarını ima etmek ve filmlerini zenginleştirmek için geçmişte yapılanlardan ödünç almak.

İşbirliği yönetmenle senarist, görüntü yönetmeni, besteci, oyuncu, kurgucu, yapımcı ve stüdyo arasında olabilir. Demirkubuz bağımsız bir yapımcıdır ve tüm filmlerini de kendisi yazar. Bu da onu yaratıcı bir yönetmen olarak öne çıkarır. Bununla birlikte ekibinde ortak çalıştığı insanlar da vardır: Örneğin oyunculardan; Başak Köklükaya Üçüncü Sayfa ve İtiraf’ta, Serdar Orçin Üçüncü Sayfa ve Yazgı’da; görüntü yönetmeni olarak Masumiyet ve Yazgı’da Ali Utku. Demirkubuz, filmlerine bir bütün olarak o kadar sahip çıkar ki, üçlemesinin ikinci filmi olan İtiraf’da görüntü yönetmenliğini de üstlenir.

Auteur çalışmalarında farklı temalar söz konusudur. Çeşitlilik tematik değil türseldir. Ancak Demirkubuz’un filmlerini belli bir tür içinde değerlendirmek mümkün görünmüyor. Daha önce de vurguladığımız gibi toplumcu sinema yapmaz. Genellikle melodramın ve kara filmin kıyısından geçer çalışmaları. C Blok ise diğer filmlerine oranla daha soyut düzeyde kalır. Kendisinin de ifade ettiği gibi fazlasıyla yaşayan karakterleri yoluyla, yani tikel olanla içinde yaşadığı topluma göndermelerde bulunan, oradan da evrensele açılan filmler bunlar. Kişisel olanı öne çıkararak ulusala, toplumsal olana ve insana dair söyleyecekleri olan filmler.

Zeki Demirkubuz evrensel konulardan yola çıkar: Kurban olma, talihsizlik, aşk için her şeyi feda etme, sevilen insanın kötü yanının öğrenilmesi gibi…

Aristoteles’in oyun türlerinden saydığı tragedya yalıtmayı, ölümü, yüceyi, bireyseli, aristokrat olanı, merhameti ve kaygıyı, etik olanı, iyiyi ve kötüyü içerir. Demirkubuz’un çalışmaları “aristokrat” ve “yüce olan” dışındaki kavramlara uyar. Çünkü o, tragedyayı kendi topraklarına sıradan insanlar eliyle getiren çağdaş bir yönetmendir. “Tragedyada hep bir kötü kader duygusu sezilir” gerçekten de bütün filmlerin ana teması Üçüncü Sayfa’da Meryem’in “kader işte!” dediği şeydir. Bir filminin de ismi olan “Yazgı” kimi insanlar için hayatı ağırlaştıran bir rastlantı, kimileri içinse yalnızca bir “kader”dir.

“Motiflerdeki tekrar, yönetmeni rahatsız etmez. Gerçek bir auteur, yalnızca çeşitli türlerde değil, türler içindeki motiflerde de temel temalarını tekrar edecektir.” Yine Dick’in sözleriyle, bir yönetmenin göndermeler yapması sürekli aynı şeyi söylemesi demek değildir. Yönetmen farklı bağlamlarda kendisine gönderme yapar. Auteurler özgünlük sorunsalıyla rahatsız edilemezler; çünkü onlar kendilerini bir geleneğin parçası olarak görürler. Geçmişten ödünç alırken ona saygı borçlarını da öderler, onu çalmazlar. Bu konuda Demirkubuz’un filmleri zengin bir maden gibidir.

Üçüncü Sayfa’da İsa’yı “avantür” filmlerin afişiyle yan yana getiren yönetmen Masumiyet’te Yusuf’u ve küçük Çilem’i Chaplin’in Yumurcak afişiyle yan yana getirir. İlk üç filminde karakterler sürekli çağımızın medyası olan televizyonu ve televizyonda filmleri izler. C Blok’ta yabancı filmler izlenir, Masumiyet’te insanlar sessizce Türk filmleri izler, bu filmler arasında C Blok’ta vardır, Üçüncü Sayfa’da ise hem film izlenir hem de arabesk bir dizi film çekilir; ama aynı zamanda kahvede oturup Masumiyet’i izlerler. Demirkubuz filmler arasına kendi filmlerini de koyarak Türk sineması geleneğinin hem parçası olduğunu bilir, hem de onu dönüştürdüğünü. Türk filmlerini ödünç alması da bu çerçeveye yerleştirilir. Filmlerinde kısa bir an bile olsa görünür. Kimi zaman akıl hastanesindeki bir hasta, kimi zaman sıradan bir izleyici ya da yönetmen olarak. Masumiyet’te cezaevinde, otelde, karakolda her yerde durup dururken kapılar açılır, bu motif Üçüncü Sayfa’da da kullanılacaktır.

Alp Zeki Heper’e adadığı C Blok adlı ilk filmini çekme isteğini büyük insansız bloklardan almıştır. Otoyoldan bir mekana giderken gördüğü “Bloklar bir film duygusunu sezdirdi bana” der yönetmen. Elinde bir senaryo olmamasına karşın kısa bir sürede sezgisinin yol göstericiliğiyle yola çıkan Demirkubuz kapıcı Halet, hizmetçi Aslı ve Tülay-Selim çiftinin çevresinde bir yumak örer. Bildiğimiz anlamda bir öykü yoktur. Ama yoğun bir kıstırılmışlık havası vardır. “Kuşatılmışlığı” çağrıştırması, “sıkışmışlığı” anlatması için filmine C Blok adını koyar.

Demirkubuz’un bütün filmlerindeki ortak tema, en edilgen ve en masum karakterin (kim olursa olsun; katil, pezevenk…) çevresinde dönen ve onun edilgenliği ya da saflığı sonucunda karakterin aleyhine dönüşen bir çarkın içine karakteri sıkıştırmaktır. C Blok’ta bir kadın karakterin yalnızlığını ve içindeki boşluğu, “sıkıntıyı” anlatırken, en sessiz ve edilgen karakter olan Halet’i izleriz aslında.

İzleyicisinin her zaman çok önünde olan yönetmen sürprizleri sever. Sürpriz ya filmin başından beri vardır ama hem izleyici olarak biz fark etmeyiz, hem de film karakterleri (Üçüncü Sayfa’da ve Masumiyet’te olduğu gibi) ya da filmin sonunda canımızı acıtmak için ortaya çıkar (C Blok). C Blok’un başında Tülay’ın varoşlardan geldiğini ve Aslı’nın hizmetçi olduğunu bilmeyiz. Masumiyet’te kişiler (bir fahişe/bir pezevenk/bir katil) aşıktır ve masumiyeti taşırlar. Aşklar birbirine teğet geçer. Uğur Zagor’u, Bekir Uğur’u, Bekir öldükten sonra da Yusuf Uğur’u sever. Kameranın bize çok az gösterdiği masumlar dilsizdir. Küçük kız doğmadan şiddete maruz kalmıştır, abla ise aşık olduğunda adı anılmayan “namus/töre” yüzünden. Masumiyet şiddete maruz kalır.

Filmin sonunda Beckett’in “Hep denedin. Hep yenildin. Olsun. Gene dene. Gene yenil. Daha iyi yenil” sözleri bütün karakterler için söylenmiştir. Aşkına karşılık alamayan Bekir bu acıya dayanamaz intihar eder. Uğur sevgilisi Zagor/Orhan’la kaçar ama her ikisi de vurulur. Ayakta kalan iki kişi Yusuf ile Çilem’dir. Yusuf bir saniye farkla televizyondaki haberleri izlemediği için arkadaşı Orhan’ın Uğur’un sevgilisi olduğunu anlayamaz. Dolayısıyla bizi bir Yeşilçam filmine götürecek malzemeden çağdaş bir film çıkar ortaya. Üstelik ana karakterlerden birini erken öldürerek yönetmen bir kez daha kalıpları kırar.

Üçüncü Sayfa’da kapıların kapanmasına koridorlarda bir de ışıkların sönmesi eklenir. Filmde merhameti taşıyan Meryem’dir. İsa’nın dövülmesine tepki gösterir, onun borcunu öder, oysa kocası Meryem’i dövdüğünde İsa istediği halde yardım edemez. Halet ve Yusuf gibi İsa da edilgendir ama sonuna kadar güvenip kendisini teslim ettiği Meryem tarafından aldatılınca patlar. Aç kaldığı, borcunu ödeyemediği kısacası sefaleti yüzünden kendini öldüremeyen İsa, aldatıldığını duyunca duraksamadan intihar eder.

“İnsanın reel toplamı kötülük üzerine kurulu; yani insan dışardan verilenle büyüyen, eğitilen ve yaşayan bir varlıktır” diyen Demirkubuz aslında Üçüncü Sayfa’daki Meryem’i betimler.

Filmler arasında hepsi bir tek filmmiş gibi seyircinin bulacağı bağlantılar da söz konusudur: Bu bağlamda C Blok’un sınıf atlamış Tülay’ının yaşadığı sıkıntı, aslında Üçüncü Sayfa’nın Meryem’inin sonuçta paylaşacağı “kader”in işaretidir.

Kendini “var etmeye yönelik insani bir sinema” yapmak isteyen yönetmen “Doğru sinemanın özünde ciddiyet ve samimiyet yatar” diyor. Buna inandığı ve inandıklarından ödün vermediği sürece Zeki Demirkubuz hep kazanacakmış gibi görünüyor.

25 Ağustos 2007 Cumartesi

Gitgide daha iyi...

Üçüncü Sayfa

Türk sineması yeni yönetmenlerle gitgide daha da iyi bir seviyeye geliyor. Zeki Demirkubuz da bu yeni yönetmenler kuşağı içinde en iyilerinden biri. Popüler filmler yapmaktansa, bağımsız filmler yapıp belli bir seyirci sayısı ile yetinmeyi uygun buluyor. Demirkubuz'un filmleri, Türkiye'nin şu anki durumunu da çok iyi betimliyor.

Son yılların en iyi Türk filmlerinden Masumiyet'ten sonra Demirkubuz bu kez de Üçüncü Sayfa ile sinemalarımıza konuk oluyor. Yine kaybedenlerin dünyası, yine çıkışsızlıklar üzerine bir öykü. Filmin hemen başında genç ve henüz küçük işlerle uğraşan bir mafya babasından öldüresiye dayak yiyen İsa'yı görüyoruz. Bu dayağın tek sebebi de bu satırların okuyucularının çoğu için çok fazla bir şey ifade etmeyecek olan bir para: 50 dolar. İsa'nın dayak yediği bu oda çok sade ama bir o kadar da Türkiye'nin belli bir kesimini temsil eden bir mekan. Duvarda Tansu Çiller posteri, televizyonda futbol maçı, mafya babasının elinde cep telefonu ve dilinde "ya getireceksin, ya getireceksin" sözü. Tüm bunlar yanında belki de bir umut ışığını temsil eden, Masumiyet'te de gördüğümüz, bir türlü kapanmayan bir kapı. Ama o kapıdan çıkış İsa'nın sadece o an için dayaktan kurtuluşu anlamına geliyor. Hala önünde büyük bir 50 dolar problemi var, aslında her türlü problemin üzerine bardağı taşıran son damla olarak.

Artık İsa ihtihar etmenin eşiğindedir. Tam bu aşamada bir de ev sahibi birikmiş kira borcunu ödemesi için üzerine gelince de İsa bir an sinirine engel olamıyor ve gidip evsahibini öldürüyor, sonra da bayılıyor. Sabah uyandığında ise kendisini odasında buluyor ve hiç bir şey yapmadan olaydan sıyrılıyor. Gelişen olaylarla birlikte, çoğunlukla uzaklarda olan kocası ile sorunlu bir evliliği olan, komşusu Meryem ile aralarında bir yakınlaşma da başlıyor. Artık İsa'nın hayatı bir düzene girmiş gibidir. Konunu devamı için filmi izlemeniz gerekecek.

Zeki Demirkubuz bu filminde Double Indemnity (Çifte Tazminat), The Postman Always Rings Twice (Postacı Kapıyı İki Kere Çalar) ve Body Heat (Vücut Isısı) gibi film-noir klasiklerinden gelen bir temayı kullanmış ama bu filmlerin en önemli karakterleri olan kadın karakter burada hiç de bildik anlamda bir femme-fatale değil. Tam da Türkiye'nin varoş kesiminden olduğu her halinden belli. Tıpkı türkücülerin dizilerinde figuranlık yapan hatta zaman zaman diyaloglu rollere bile çıkan İsa gibi. Demirkubuz'un bu filmdeki en temel başarısı da tıpkı Masumiyet'te olduğu gibi bir kaç kişinin çevresinde ülkemizin şu anki halini çok iyi anlatması. Çocuklarına Sibel ve Can ismini koyan anne-babalara, günün büyük kısmını televizyona bağlı geçiren insanlara (ki seyredilenler de türkücü dizileri, eski yeşilçam melodramları ve magazin programları) bakınca halimiz daha iyi anlaşılıyor.

Demirkubuz'un karakterleri de ayrıca incelenebilecek kadar ilginç. Hem Masumiyet'e, hem de Üçüncü Sayfa'ya baktığımızda dinsel olarak kutsal isimler taşıyan karakterlerin (Yusuf, İsa, Meryem) ne suç işlemişlerse işlemiş olsunlar aslında masum olduklarını, bu hayat şartlarında belki de başka bir şey yapmaya şansları olmadıklarını görüyoruz. Dikkat edilirse her iki filmin de baş kahramanı birer katil, ama her ikisi de aslında iyi insanlar. Öyle ya da böyle bir insanın hayatını bitirmiş olmaları onları kötü birer insan yapmıyor. Meryem ise pratik olarak hiç bir suça karışmamış olsa da düşündükleri ve planladıkları ile insanın kanını donduruyor. Yine de onun da bu çıkışsız dünyadan kurtulabilmek için aklına gelen tek şeyin bu olduğunu düşününce insan ona da hak vermeden edemiyor.

Üçüncü filmi ile Demirkubuz bazı temel takıntıları olduğunu iyice ortaya koyuyor (Bu arada ilk filmi C-Blok'u bu düşünceler ışığında tekrar izlemek gibi bir arzu duyduğumu da belirtmeliyim, umarım bir kanal tekrar yayınlar). Karakterler karşısındaki güçlü bir otorite, kapanmayan kapılar, eski yeşilçam melodramları ve aslında o filmlerden kopup gelen öyküler, yalın ve gösterişsiz bir görüntü ve ses anlayışı, uzun ve kesintisiz monologlar ve tıpkı Hitchcock gibi perdede ufacık bir süre görünme isteği, en azından Masumiyet ve Üçüncü Sayfa'nın ortak noktaları.

Başroldeki her iki oyuncu da övülmeyi hakediyorlar. Özellikle Başak Köklükaya çok başarılı bir rol çıkarmış ve karakterine bürünmüş adeta. Filmi izlerken ağlama sahnesinde biraz abartılı oynadığını düşünmüştüm ama film sonunda anladım ki o ufak abartı ve rol yapar gibi olma tavrı aslında gerekli bir tavırmış. O uzun monologda da gerçekten çok başarılı, hem de sonradan seslendirme olmasına rağmen. Yeri gelmişken o sahnedeki Demirkubuz'un, Meryem'in konuşmasını hem dış hem de iç ses şeklinde verme tercihinin filmin beri rahatsız eden tek yeri olduğunu da eklemem gerek. Güçlü bir sahne ama tümüyle konuşma şeklinde olsa idi (yani dudaklar oynayarak) daha makul olacağını düşünüyorum.

Üçüncü Sayfa ne yılın en çok hasılat yapan filmlerinden biri olacak, ne de geniş bir seyirci kesiminin ilgisini çekecek, ama benim için yılın en iyi Türk filmlerinden biri olacağını şimdiden söyleyebilirim. Uzun lafın kısası, Masumiyet'i görüp sevenler bu filmi de mutlaka görmeliler.

25 Mayıs 2007 Cuma

Le Monde’dan

Le Monde’dan

PARİS, 27/05(BYE)— Tirajı günde 510 bin olan Le Monde gazetesinin 27 Mayıs 2002 tarihli sayısında Jacques Mandelbaum imzasıyla yayımlanan Cannes çıkışlı yazıda, Zeki Demirkubuz’un Cannes Film Festivalinde “Un Certain Regard” ödüllü yarışma dahilinde gösterilen iki filmi konu edilmekte olup, özetle şöyle denilmektedir:

Cannes Film Festivalinde aynı yapımcının iki filmi birden şimdiye kadar nadiren yarışma dahilinde gösterilmiştir. Ama Fransa’da ilk uzun metraj filmi “Masumiyet” ile 1999′da tanıdığımız Türk sinema yapımcısı Zeki Demirkubuz’un aynı yıl içinde çevrilen “Yazgı” ve “İtiraf” filmleri bir üçlemenin ilk iki bölümü olarak değerlendirilebilir. “Masumiyet” filmi gibi “Yazgı” da Albert Camus’un “Yabancı” adlı romanından esinlenilerek çekilmiş olup, dünyayla bağlarını koparmış, kendi kaderi dahil hiçbir şeye ilgi duymayan bir adamın öyküsünü anlatıyor. Genç, yalnız adam Musa, hayattan kendini soyutlayarak, insanlık kavramına felsefi bir meydan okumada bulunuyor.

Gümrük memuru Musa, birlikte oturduğu annesinin ölümünü bile nerdeyse bir iç rahatlamasına varan bir duyarsızlıkla karşılıyor. Daha sonra büro amirinin metresi olmaktan bıkan bir meslektaşı ile de yine duygusallıktan uzak bir evlilik yapıyor. Büro amirinin karısını ve çocuklarını öldürdüğü gün ise, amirinin davetlisi olarak evlerinde bulunan Musa, bu cinayeti işlemekle suçlanıyor ve işlemediği bir cinayetin sorumluluğunu üstleniyor.

“İtiraf’ta” ise Harun, daha sonra intihar eden en iyi arkadaşının eşini kaçırıp evleniyor. Antonioni’nin filmlerini andıran film, bir evliliği kasıp kavuran kavga ve barışma, hayranlık ve aşağılama arasında belli bir mesafeyi gözetmeye çalışıyor.

Bu iki film, hem sahneye koyma hem anlatım açısından, bundan böyle Demirkubuz’un çalışmalarının yakından takip edilmesi gereken yetenekli bir yapımcı olduğuna işaret ediyor.

Demirkubuz’un ilk bakışta gizemli bir kişi imajı var. Aslında mesleğinde tanınmanın arayışı içindeki bir kişi. “Benim işim film çevirmek, bir yapımcıdan beklenen rolü oynamak değil” diyor.

1964 doğumlu yapımcının siyasi bilinci, 12 Eylül 1980 askeri hükümet darbesini takip eden yıllarda uyanıyor. Devrimci militanlık, edebiyatı keşif ve hapishane arasında geçen bu isyankar gençlik yıllarından geriye “gerçeği arama” ve “sosyal eleştiri” tadını saklıyor. 1994′teki “C Bloğu” adlı filmi, 1997′deki Masumiyet filminin başarılı olacağını da önceden haber vermişti. “C Bloğu”, eski bir tutuklu ile küçük bir kızın öyküsünü anlatıyordu. 1999′daki “Üçüncü Sayfa” ise, yapımcının yeteneğini artık kanıtlamıştı.

“Türk ruhunun” doğal ressamı olarak niteleyebileceğimiz Zeki Demirkubuz, esasen filmlerinde içinde yaşadığı toplumdan bazı kesitler sunuyor: Geleneksel değerlerin kaybolması, bireylerin kaderinde kaderciliğin öne çıkması veya aile içi şiddet gibi.

Yapımcı bir üçleme çerçevesinde çektiği İtiraf ve Yazgı filmlerinde Albert Camus’den esinlenmiş. Üçlemenin sonuncusunda ise en çok beğendiği yazarlardan biri Dostoyevski’nin izlerini bulacağız. Beş uzun metrajlı filmin realizatörü, senaristi ve yapımcısı olan Zeki Demirkubuz, yeni Türk sinema dalgasında bugün Nuri Bilge Ceylan ve Yeşim Ustaoğlu ile birlikte başı çekiyor

23 Mart 2007 Cuma

Meselesi olan filmlerde artış var


23/03/2007
Meselesi olan filmlerde artış var
Zeynel Kameroğlu
“Kader” ile Nürnberg Film Festivali’nde En İyi Film ödülünü alan Zeki Demirkubuz “Türk sinemasında başka türlü bakmaya çalışan yönetmenlerden ciddi filmler çıkmaya başladı” diyor
Son yıllarda başarılarıyla kendinden bahsettiren yönetmenlerden Zeki Demirkubuz, katıldığı Nürnberg Türkiye-Almanya Film Festivali’nden de zaferle dönüyor. Kader adlı filmiyle festivalin En İyi Film kategorisindeki ödülünü alan Demirkubuz’a Türk sineması ve Almanya’nın “üçüncü kuşak” Türk yönetmenleri hakkında görüşlerini sorduk.

Türk sinemasının son dönemini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türk sineması son birkaç yıldır değişik bir dönem yaşıyor. Bu sorunun cevabını endüstri olarak yani bilet sayısı olarak verirsek iyi durumda. Bir yükseliş var. Ulusal sinema kriterleri açısından şu anda dünyadaki ülkelerin içerisinde belki Amerikan sinemasına karşı üstünlük sağlaması itibariyle en güçlü sinema haline geldi diyebiliriz.

Nicelik niteliğe ne kadar yansıyor?
Kalite olarak benim fikrimi sorarsanız; iyi yönetmenlerin iyi bazı çalışmalarını bir kenara koyarsanız, şu an genel olarak bana Hollywood sinemasını aratıyor. Hollywood sinemasında yine bir beceri görürüz, hikaye anlatma olsun, oyunculuk olsun, teknik gibi birçok açıdan olsun kendine göre son derece tutarlı bir sinemadır. Ama bu gidişat içerisinde kalite olarak, içerik olarak Amerikan sinemasını taklit eden yerli birçok sinema yapıtı inanılmaz prim ve iş yapıyor. Şu anda durum böyle gözüküyor. Ama buna rağmen birçok iyi filmin de yapıldığı bir dönem, daha arayışı olan, daha meselesi olan, sinemaya başka türlü bakmaya çalışan yönetmenlerden de ciddi filmler çıkmaya başladı.

Türkiye’de son yıllarda ilk filmlerini çeken birçok genç yönetmen olduğunu söyleyebiliriz. Bu gelişme Türk sinemasını nasıl etkiliyor?
Bir defa bu genç kuşak diye adlandırılan yönetmenlerin filmlerinin sayesinde özellikle Türk sineması yurtdışında, dünyada saygı görmeye başladı. Eskiden bazı festivallere katılarak bazı ödüller almak bayağı olay sayılıyordu ama bugün bu giderek normal sayılmaya başlandı. Bunu önemsemek lazım. Geçmiş yıllarda 20-30 film çekilirdi bunlardan bir iki tanesi saygıdeğer olurdu. Son yıllarda en az 5 film bazen 8-10 film dünya sinemasıyla rekabet edecek düzeyde olabiliyor. Ama burada şunu unutmamak lazım, ticari sinemada da iyi örnekler çıktığını söyleyebilirim.

Almanya’daki üçüncü kuşak yönetmenlerle ilgili neler söylemek istersiniz?
Benim ilgimi çekiyor. Bir bütün olarak baktığımız zaman, bu kuşak yönetmenlerin daha başarılı olduğunu düşünüyorum. Çünkü bu kuşak yönetmenlerden sinemayı ticari olarak görenine ya da piyasa yapmaya çalışanına pek rastlamadım. Başta Fatih Akın olmak üzere Ayşe Polat ve şu anda adını hatırlayamadığım yönetmen arkadaşların filmleri de son derece önemli. Bunların bir kısmını Türkiye sinemasından daha güçlü buluyorum.

Filmlerinizde “sıradan” insanları konu ediniyorsunuz. Bu tercihinizin nedenlerini paylaşır mısınız?
Genel olarak sıradan insanları çekmek gibi bir duruşum yok. Ama o insanların yaşadığı trajedileri ve özlemlerini daha iyi bilmem belki film temalarımı oluşturabilmek için ya da insanlık hakkında anlatmak istediğim meseleleri bu insanlar aracılığıyla daha iyi anlatabildiğim için dediğiniz gibi genel olarak ortaya böyle bir tablo çıkıyor. Ama bu çok da özellikle yaptığım bir şey değil. Sıradan oyuncular oynatmak gayretim de tabii ki, sinema klişelerine teslim olmadan, bir gerçeklikle anlatma çabasını taşıyan bir insan olduğum için, bu filmlerin inandırıcı ve hayat duygusu taşıması için ne biliyorsam, neye gücüm yetiyorsa onları yapmaya çalışıyorum. Dolayısıyla da bir filmde bir oyuncu oynayabilir, başka bir filmde Kader filminde olduğu gibi garson çocuk başrol oynayabilir. Ama bu bir yaklaşımdır. Ünlü bir oyuncu da oynasa çok bir şey fark etmez, çünkü o gerçeklik çabası, o gerçeklik arayışı, o doğal hayat duygusunu oluşturma çabası içinde onlar da o şekilde yer alacak.
Yılmaz Güney sinemasının hem sizin sinemanız hem de Türk sineması üzerinde etkisi var mı? Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ben bunu az önce bahsettiğim gibi bir film ile bir hayat duygusu yaratma gibi sinemayı bugünkü sinemanın klişelerinden arındırarak yapabilmek çabası olarak görüyorum. Tabii bunu durup dururken öğrenmedim. İzlediğim filmler üzerine düşünerek kendime göre bir yol seçmeye, bir kriter oluşturmaya çalıştım. Ömer Lütfü Akat gibi çok önemsediğim yönetmenler olmasına karşın, Yılmaz Güney’in hem kendi dönemi içerisinde olsun hem oyunculuğunda hem yönetmen olarak hayata bakış açısı, herkesin gördüğünü başka bir biçimde görerek birçok sinema klişesini daha 60’larda yıkmaya başlamış olması elbette ki sonradan gelenlere çok büyük katkı sundu.
Ama kişisel olarak Yılmaz Güney’in benim için önemi: Ben ondaki ateşi, ondaki hayat ateşini sadece Türkiye’de değil belki dünyada pek yönetmende görmüşümdür. En kötü filmlerinde en ticari sıradan yapılmış filmlerinde bile gerçekten o hayat duygusunu en derinden hisseden oyunculuğu ve sanatı onun yapıtlarında görmüşümdür. Bu açıdan tabii ki Yılmaz Güney birçok insan gibi benim için de özel bir yerde duruyor. (Nürnberg/EVRENSEL)

Hayat TV’yi destekliyorum

Hayat TV ile ilgili görüşlerinizi alabilir miyiz?
Hayat Televizyonu’nun kurulması tek sesliliğe karşı, bugüne kadar hayat içerisindeki güzelliklere objektif bakan bir gerçekçilik anlayışıyla sanata, bilime ve insan doğasına uygun bir yayıncılıkla bugün çağrısındaki mevcut platform yaşam bulursa destekleyeceğimiz, yanında olacağımız ve katkı sunacağımız bir kanal olacaktır. Başarı dileklerimle yanında olduğumu, destekleyeceğimi, katkı sunacağımı belirtmek istiyorum.

21 Ocak 2007 Pazar

Zeki Demirkubuz film atölyesindeydi

Zeki Demirkubuz film atölyesindeydi
21 Ocak 2007 -
Halkevleri Film Atölyesi'nin etkinlikleri kapsamında gerçekleşen film gösterimleri ve söyleşilerde bu hafta Masumiyet filmi lle yönetmen Zeki Demirkubuz misafirdi. İstanbul Halkevi Sinema Salonu'nda saat 15’te başlayan film gösterimi, saat 17:00’da Zeki Demirkubuz söyleşisiyle devam etti.

Demirkubuz; söyleşisine Hrant Dink’in öldürülmesi üzerine hissettikleriyle başladı. Ardından salonu dolduran katılımcılar Demirkubuz’a filmleri, sinemadaki duruşu, “Masumiyet” filminin doğuşu ve “Kader” filmiyle ilgili sorular sordu. Söyleşiye elliyi aşkın dinleyici katıldı.
Film Atölyesi etkinlikleri önümüzdeki hafta Cumartesi günü aynı saatlerde “Eve Dönüş” filminin gösterimi ve filmin yönetmeni Ömer Uğur’la yapılacak olan söyleşiyle devam edecek.